27 Haziran 2016 Pazartesi



İlk kez ne zaman okumanın tadına vardım tam bilmiyorum. Velakin sanki hayatım okumayı öğrendikten sonra başlamış gibi. Ondan öncesi çok kopuk, çok bağlantısız... Okula, amiyane tabirle uçarak gittiğimi hatırlıyorum. Hiçbir gün yüksünmeden, seve seve, aşkla… O kırmızı kurdele göğsüme iliştiğinde henüz daha çok az bir zaman geçmişti okula başlayalı. Uykumda harfleri sayıklıyor, gece gündüz düşlerimde parmaklarımla duvarlara, tavanlara her öğrendiğimi yazıyordum. Henüz İkra’yı bilmiyordum, hikayeyide... Okumak bir yaşam biçimiydi, her an yapmak istediğim yegane şey. Temizlik yaparken bile molalarda annem beni koltuk arkalarından toplardı elimde suç aletimle… Bazen sırf rahatsız edilmemek için tuvalette ayakta kitap okuduğumu hatırlarım… Hatta gece herkes uyuduktan sonra gündüz kitap okumaktan mütevellit yapılmayan ödevleri yapardık abimle. Her ne kadar sonunda kavgayla bitse de bu eylem –evdeki birkaç kişinin uyanmasıyla- her gece tekrarlanırdı… Esas soru şu ki bu motivasyonun kaynağı neydi? Babam, annem ya da öğretmenlerimiz mi? Övgü dolu sözler mi? Bize konulan herhangi bir ödül mü? (Kitap okumanın daha çok kitaptan başka hiçbir getirisi olmadı çocukluğumuzda…) Hayır değildi. Okuma ve öğrenme üzerine bunca düşünüp araştırdıktan sonra fark ediyorum ki bu içsel bir motivasyondu… Birileri tarafından inşa edilmemiş, dikte edilmemiş, zora koşulmamış sadece içten gelen fıtri sesin bir yankısıydı. Okulun henüz bizleri hayattan soğutmadığı, öğrenmekle bir görülmediği zamanlardı… Yaptığımızı kendimiz için yaptığımız, kıyaslanmadığımız, yarış atlarına dönmediğimiz, akran-öğretmen baskısı görmediğimiz, ödülle tanışmadığımız, işe yarar yaramaz her şeyi öğrenmeye çalışmadığımız zamanlardı…

Şimdi 25 yaşındayım, sizlere hikayenin başladığı gibi devam ettiğini söylemek isterdim ama değil. Evet şimdi hikaye çok başka yerlere evrildi, değişti, dönüştü, kırılmalar yaşadı, tökezledi, düştü ve bir zamana kadar da ayağa kalkamadı… Geriye doğru bir yolculuk yaptığımda, bu çocuk kalbinin ilk kırıldığı yeri hatırlayabiliyorum… 5.sınıftaydım... İlk dört senemde okulun en parlak öğrencilerinden biriydim. Aslında öyle bir idealim olduğu için değil; okumayı, öğrenmeyi gerçekten çok sevdiğim için bu böyleydi. Bir öğretmenim vardı, adı Osman… O yıl sınıfımıza bir kız gelmişti, oda çok başarılıydı, öğrenmeyi çok seven bir başkası daha... Bir gün Osman öğretmenim bana ‘……’ senden daha çalışkan, onu senden daha çok seviyorum tarzında bir cümle söyledi… Kalbim kırılmıştı, hiçbir şey söyleyemedim… Nasıllığını anlamaya çalışıyordum. Öğretmenim beni sevmiyor muydu artık? Ben ona ne yapmıştım? Sevmenin illeti olur muydu? İlleti olan sevmek olur muydu? Öğrenmeye, okumaya bir illet girmişti, acımasız bir bağ, bir koşul; sevgi… Sanki o gün kuş uykumdan uyanmaya başladım… Kıyaslar gözüme çarpmaya başladı, kim beni neden seviyor sorusu gündemime girmişti… Fark edemediğim çok şey vardı, anlamını bulamadığım. Ortaokuldan çıkana kadar bu sorular içimde gizli yaralar açmaya devam etti. Kendi kendime bile soramıyordum cevabı taşıyabilecek cesaretim ve metanetim yoktu... Okuma serüvenimde öyle böyle azala, arta, sendeleye devam etti…

Okulda bize verilen her şeyi öğrenmeye devam ettim lise hayatım boyunca. Bir şeyi sevip sevmemek, işe yarayıp yaramaması, kullanıp kullanmayacağımız sorusunu ne sordular ne sorduk. Eğer bir şeyi başaramıyorsam bu ancak benim suçumdu, anlamadıysam yeterince iyi okumadığım içindi, sevmiyorsam eğer ben kesin sorumsuzun tekiydim… Soru(n)lar hep içimde birikiyordu ama onları ta diplere atıyordum. Çok faal bir lise hayatım oldu bunları düşünecek vaktimde yoktu zaten… Sürekli programlar yapıyor, konferanslara katılıyor, dergi çıkarıyorduk… Yazı yazıyordum bazen de şiir… Okuyorduk ama daha az aşkla… İşte o yıllarda hocalarımız sayesinde Kur’an’ın anlamıyla tanışmıştık… Evet, ailemizden öğrendiğimiz bir şeyler vardı ama ilk kez meal hatmimi o yıllarda yapmıştım… O yıllarda bile İkra’nın bendeki karşılığı hala basılı matbu şeyleri okumak üzerine kuruluydu…

Ve 13 yıllık okul hayatımın sonunda üniversiteye başladım bir hayale tutunarak… Belki de gerçekten okumanın, öğrenmenin ne olduğunu burada öğrenebilirdim ama ne yazık ki öyle olmadı… Üniversitenin yaşattığı hayal kırıklıklarını bir kenara bırakırsak, üniversite ve sonrasındaki bir sene benim adıma, okuma serüvenimin muhasebesini yapmak için bir başlangıç oldu. Cevaplanmayan bütün sorular gün yüzüne çıktı… Artık bir şeylerin ters gittiğini, yanlış olduğunu, olması gerekenin bu olmadığını anlamıştım… Okumak bu değildi! Öğrenmekte! Yaşamak hele, hiç değil… İsyanım içimdeydi henüz kime ne diyebilirdim ki? Tam 17 yılın sonunda kafamda deli sorular, okula bir daha dönmemek üzere oradan mezun oldum… 17 sene… Dile kolay… 17 sene ben öğretmenlerimi annemden daha çok gördüm... 204 ay boyunca her gün okula gidip gelmek için saatlerimi harcadım… 6120 gün boyunca bana verilen gerekli gereksiz her şeyi öğrenmeye çalıştım, kıyaslandım, sınavlara gireceğim diye streslere girdim, kendimi tanıtmaya okuldan başlatıldım, öğretmen ve akran baskısına uğradım, okumayı ve öğrenmeyi okulla eşitledim, okumaktan ve öğrenmekten gün ve gün uzaklaştım. Ve daha bir sürü şey… Başımızdan geçenlere inanabiliyor musunuz? Hayır, bu bir tek benim hikayem olamaz… İkra bu muydu? O gün o mağarada meleğin getirdiği ya da? Nebiyi Hira’ya, arayış tepesine hangi okul yönlendirmişti? Hangi öğretmenin motivasyonuydu bu? Amcası onu diğerleriyle kıyasladığı için mi Efendimiz oradaydı? Bir ödül mü vaat edilmişti ya da ceza mı vardı gitmezse eğer... Efendimizin başına bunların hiç biri gelmedi… Yetimlikle başlayan hikayesinde bunlar yoktu… O arıyordu, gördükleri, duydukları karşısında ızdırap çekiyordu, o ne yapacağını bilmiyordu ama Rabbi ona öğretti…

“Oku yaratan Rabbin adına, o insanı sevgi ve alakadan yarattı. Oku! Zira Rabbin sonsuz kerem sahibidir; O insana (bilgiyi) kalemle (kaydetmeyi) öğretti, O insana bilmediklerini öğretti…”1(Alak 1-5) Ramazana bu ayetlerle hoş geldin dedim ama aslında son 3 senedir bu ayetleri anlamaya çalışıyorum. Bu ömürlük bir uğraş farkındayım ama yolda olmak bana yetiyor. Allah resulünün yaşadığı şaşkınlığa büründüm. Önce ümmi olmam gerekti. Olmaya çalıştım. Emir çok açıktı aslında ama okumayı unutunca işler Arapsaçına dönüyordu. Bu ayetlerin nesnesi yoktu. Emri veren Allah, emir verilen insan, emir Oku ama neyi okuyayım sorusunun cevabı yoktu. Demek ki bu okumak daha geniş anlamlı bir kavram. Demek ki okumanın nesnesi her şey olabilir. Bütün bir kainat, insanlar, olaylar, yaşadıklarımız, hissettiklerimiz ve kitaplar…

Okumanın bir başlangıcı var, Rab adına… İnsanı boşluğa salmayan, yeryüzüne halife olarak gönderen, cömert, ikram sahibi Allah adına yapmak gerekiyor tüm okumaları… Onun adına başlayan hiçbir okuma güdük kalmaz bunu biliyoruz. İnsanı sevgi ve alakadan yaratan bir Rab var karşımızda. İlk kez bir çiçeği evimde beslemeye başladığımda 24 yaşımdaydım, ilk kez toprağa bir tohum attığımda ve onun yeşerdiğini gördüğümde ise 25… Yaşamak ve dirilmenin ayeti bu değil midir, söyleyin bana? Neden bunu bize hiçbir okul öğretmedi? Bir orkide bahçem var. Görseniz çiçekleri varken sanki cennetten bir bahçe… Velakin bir süre sonra o çiçeklerini döküyor ve bir müddet sadece gövdesiyle yaşıyor. Hani çiçeklerini görmesen demezsin bu bitki o çiçekleri açan… Bir orkideden şu ayeti anlayacağımı bilemezdim: “O, ölümü ve hayatı hanginizin daha iyi davranacağını sınamak için yaratmıştır: O mutlak yüce ve üstün olandır, eşsiz ve benzersiz bağışlayandır.” (Mülk 2) Mevsimler bizler için, yaprağımızı döksek bile, hata da yapsak Rabbimizin lütfu olan yaşamak elimizde, nefes almak her yeni gün bize verilen bir fırsat… Okumak için ikinci bir şans…

Yaşamak İkra’nın bir neferi de ölmek değil mi? Almanya sokaklarında, hastanelerinde, huzurevlerinde; yaşı 70’i geçmiş, yapayalnız, gözlerinin feri sönmüş, hayat gailesi olmayan onca insanı gördükten sonra ölmenin nimet olmadığını kim söyleyebilir? Kapitalizmin çarkından geçip giden insanın hayatı; 20 sene okumak, 30 sene çalışmak ve ardından ölene kadar kapı arkalarını bir gelen var mı acep diye beklemek… Çalışmak, sonra yine çalışmak, daha çok üretmek, daha çok tüketmek üzerine kurulmuş bir sistemin içinde uzun yaşamanın iyi bir şey olduğunu savunmak ne kadar gerçekçi? Sormadan edemiyorum… Ölümü okumak kolay zannedilir ama en zorlarından biridir aslında… Kendi yakınına düşene kadar bilemez insan, bende bilemezdim. Başkalarının etrafındaki ölümler elin eşeğini aramak gibidir. Henüz tanışmadığım evladımı kaybettiğimde dedim ki, bu nasıl olabilir? Dedi Allah: “Şu da bir gerçektir ki, Son Saat’in bilgisi sadece Allah katındadır: yağmuru yağdırır; rahimlerde yer tutanı bilir; oysaki hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Dahası hiç kimse yarın hangi mekânda öleceğini bilemez. Şüphesiz her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah’tır.” (Lokman 34) Bunu bilip de nasıl kaybeder kendini insan? Ölümün Allah’ın yedi kudretinde olduğunu bilen insan dünyaya zincirlerle bağlar mı kendini? Bunu bilmese insan ateş-i firkat-ı suzan olan ölüme nasıl katlanır?

Etrafımıza bir baksak her şey oku beni diye yalvarıyor… Gözümüzü açabildiğimiz seherin ilk aydınlığından tutunda yaşadığımız acı-tatlı hadiselere, akşamın alacakaranlığından yeryüzüne çivilenmiş dağlara, uçsuz bucaksız okyanuslarda kilometrelerce yolculuk yapan balıklara, raflarda tozlanmaya dönmüş Kitab-ı Mübin’e kadar her şey… Bunları okuyabilmek/görebilmek için ne okul bitirmemize gerek var, ne akademik titre, ne cep doluluğuna, ne ahu gözlere, ne sivri zekaya ne de gurur ya da bahane yapabileceğimiz herhangi bir şeye ihtiyacımız yok… Yeryüzüne sığmaz ama bir sadra iliştirilmiş gönül bize yetecektir. Eğer yetmez dersek, eğer okumazsak bu bir kendi kendine yettiğini sanma yanılgısı olur. Bu durumda başımıza gelecekleri Rabbimiz haber vermiş, bize söz düşmez. “Evet, evet; insan mutlaka azar, kendi kendine yettiğini sandığında! Ne ki insanın Rabbine dönüşü muhakkatır. Ama (ey muhatap), Baksana şu engel olmaya kalkışana, ibadete kalkan bir kula! (Ve sen ey ibadete engel olan!) Hiç o hidayet üzere midir diye geldi mi aklına? Yahut da, çağırmakta mıdır diye sorumluluğa? Düşündün mü hiç: eğer o hakikati yalanlasa ve sırt dönmüş olsa Allah’a kendisi bilmez mi ki, Allah görür mutlaka. Yoo! Eğer buna bir son vermediyse, elbet perçeminden yakalayacağız; o pek sahtekâr, bir o kadar da günahkâr perçeminden; haydi o kendi yandaşlarını çağırsın, Biz de zebanileri çağıracağız. Hayır! O (azgın) insana uyma, imdi (Rabbine) secde et ve yaklaşmaya gayret et.” (Alak 6-15)

1) Bu yazıdaki mealler Mustafa İslamoğlu’nun Hayat Kitabı Kur’an mealinden alınmıştır. (Mayıs, 2014)

2)Bu yazi ilk olarak http://www.hilalhaber.com/bana-yalan-soylediler-makale,1072.html yayinlanmistir.