30 Eylül 2015 Çarşamba



Soruyorlar, ne yapıyorsun gurbet ellerde diye... O vakit Almanya'dan bildiriyorum:

1)"Buralara akşam ezansız iniyor"...,Bazı günler gaipten ezan sesi duyuyorum, rüyada mısın Fatima yenge diyor kızlar...

2) Yavaşlıyorum, yavaşlamaya çalışıyorum.

3)Okuyorum, sonra bolca düşünüyorum..

4) Bir blogum var artık, estikçe içime yazıyorum ve yazmak tutkudan öte bir şey... Yazıyorum ama kendime demeyeceğim, okunup okunmadığını merak eyliyorum..

5) Almanca öğrenmeye başladım.. Çocukları güldürüyorum bolca, yamuk yumuk aksanımla...Adı bende kalsın bir Amerikan dizisi izliyorum Almanca, acaip merak uyandırıcı..

5)Arapça ne görürsem iştirak etmeye çalışıyorum...

6)Markete gidiyorum, glukozlu,fruktozlu, soyali lesitinli gıdalardan uzak durmaya çalışıyorum.. Ve dogal olmayan her şekerden.. Bayramı tek bir tatlısız, şekersiz,çikolatasız geçirdiğim için uzaylı muamelesi görüyorum.(tebessüm) He birde insanında doğal olmayanından uzak durmaya çalışıyorum..

7)İşte bu kadın o kadın dediğim kadını buldum. Buyrun tanışınız: Tasha Tudor...

8)Günlük rutinimi seviyorum, ev, yemek, bulaşık... Hepsi ayrı bir düşünme molası gibi...

9)Buraları, insanları tanımaya çalışıyorum bolca... Kah bir trenle, kah bsiikletimle, kah yürüyerek,kah komşumla(komşum var benim ya,kapısını tıklatıp tuz bitmiş diyebiliyorum) kah akrabalarımla... Zaman akıp gidiyor işte...

10)Eşimle bolca yaşıyorum, konuşuyorum, onun sakinliğine ulaşmaya çalışıyorum, dinginliğine...

11)ve son olarak bolca özlüyorum...Annemi, babamı,Sena'mı,Muhammedimi, abimi,gelinimizi, dostlarımı,arkadaşlarımı,bazı mekanları,bazı kokuları, bazı duyguları, bazı anları.... Özlem çalıyor sanki çoğu şarkı...

Not:Yavaşlamaktan kastın bu mu diye içinizden benle istihza etmeyiniz, son iki madde dışındakilerden günden bir dozdan fazla almamaya çalışıyorum.(tebessüm) vesselam


Selam ve dua ile kalınız...

11 Eylül 2015 Cuma


BİRAZ PARANTEZLİ BİR YAZI

           Bir daha ki senelerde ne olur ne biter, kim ölür kim kalır belli olmaz ama bu senede memleketimi görmek nasip oldu. Hamde vesilem oldu… Bir daha bu güzellikleri ne zaman görürüm ne zaman sıla-i rahim yapabilirim bilmiyorum…

            Rahmetli hacı babamın (dedem) hayallerinden biriydi, bir gün nişanlım olacaktı, öğretmen doktor ya da mühendis, sonra ben nişanlımla köye gelecektim. (İsabet etmiş, mühendisle evlendim) Sıraanda (hacı babamın evinin tam önündeki köyün en büyük meydanına verilen ad. Sığır alanından sıraana dönüşmüş) bir tur atacaktım nişanlımla. Konuşun (bakkalın ismi) önündeki bankta sıralanan ihtiyarlar ‘bak dedemenin (Hacı babamın ailesinin lakabı) torunu görüyon mu öretmen (tabi bende ne olacaktım ya öğretmen ya hemşire ya doktor) olmuş şu da nişanlısı’ diye laflayacaklar, parmakla beni göstereceklerdi… Sonra hacı babam bizi Tandırlacıya (çocukluğumda defalarca tırmanıp, köyü kuş bakışı seyrettiğim kiraz ağacının olduğu bahçemizin adı) götürecek, çay demleyecek, et kavuracaktı… Olmadı bunların hiç biri hacı babama nasip olmadı… Ne ben o sağlıklıyken nişanlandım ne de sıraana gelebildim… Kara toprak diye diye ölüme yürüdü gönlü geniş hacı babam… Çok iyi bir çiftçiydi. Dün kümeyi (bir zamanlar hacı babam sıhhatliyken, dillere destan olan ağacından gökyüzünün görünmediği, köyün en bereketli toprağının olduğu bahçemizin ismi) gezerken bir kez daha fark ettim. Vefatından sonra 3-4 sene bahçe bakımsız kalmasına rağmen (son bir yıldır birisi ilgileniyor artık) ağaçların hacı babamdan kaldıkları o kadar belliydi ki. Elmalar, armutlar, kayısılar, kızılcıklar... Bir ağaçta iki çeşit armut varsa orada bir durup düşünmek lazım... Her yerde onun ayak izleri vardı sanki.. Gözlerimi kapadığımda çocukluğumun 20 günlük yaz tatillerinde orada yaşadığımız eşsiz anılar canlanıyordu… Gülüşmeler, konuşmalar, elma toplamak için çıkılan ağaçtan elma yemekten ötürük(ishal) olarak inmenin o ilginç hissi şimdi nasıl bulunsundu ki? Kardeşlerim, kuzenlerimle orada yaptığımız piknikler, taştan kurduğumuz ocakta yarı küllü yediğimiz melemenler, bazlamalar (bir çeşit köy ekmeği, bazı yörelerde pıtırık da deniyor), ateşte demlenen çay… Hacı babamın ince ince yaptığı bahçe işleri… Bir insan nasıl bu kadar muntazam çalışabilirdi ki? Nasıl böyle düzenli, nasıl böyle sabırlı.. Bunlar hep miras... Bir daha asla geri gelmeyecek zamanlar, çocuklarımıza sunamayacağımız hatıralar… Sonra birden irkiliyorum halamın ‘babamın katili ağaç bu ağaç’ inlemesiyle kendime geliyorum… Ağaç katil olabilir miydi? Belkide… Hacı babamın hastalık süreci, ilk kez kiraz toplarken bu ağacın dalının kırılıp düşerek belini kırmasıyla başladı… Sonrası ölüme doğru giden 6-7 yıllık bir zaman… Hacı babam gibi bir çiftçinin yaş dala basmayacağı bir gerçek. Peki, nasıl oldu o zaman bu? Belkide halam haklıydı, bu ağaç katildi…
               Şimdi evliydim köydeydim ama hacı babam yoktu, onun dışındaki bütün akrabalarım sağdı salimdi, hayattaydı… ‘Sevdiklerinizin hayatta olması bir hediyedir’ diyen haklıydı keşke hep farkında olsak… 3 günlük bir ziyaretti, 12 saatlik yolu 20 saatte gelmeme, zaten günlerdir başka vesilelerle yollarda olmama rağmen (Almanya-İstanbul-Bursa-İstanbul-Kayseri, buda başka bir hikâye esasen) değdi hem de fazlasıyla değdi…
Babamın hatırlatmasına gerek var mıydı ‘Fatma gökyüzüne bakmayı unutma!’ O nasıl bir gök? O kadar yer gezdim (şimdi ki ikamet yerim Almanya’da dâhil) bu kadar yıldızı bir arada gördüğüm, Samanyolu galaksisinin bu kadar açık ve net gözüktüğü, güneşin doğuşunun ayrı batışının ayrı güzel olduğu bir memleket daha görmedim! Alın işte ayetse ayet, mucizeyse mucize… O domates başka hiç bir yerde mi böyle kokmaz? O su bu kadar soğuk, sert, leziz olmayı nasıl başarır? O dağlar bir beldeyi nasıl böyle çevirir? Kız kayası (şekli bir kızın yatması andıran dağ başı), it kayası (şekli köpek başını andıran dağ başı) neden bu denli şekilli ve asil? Yaylalara giden o yollar böyle kıvrımları ne zaman yaptı? Her ne kadar birçok hanede artık hayvan beslenmese de eti, sütü, peyniri, yoğurdu, yumurtası nasıl böyle elleri parmakları yediriyor, birden bire alıp insanı çocukluğuna götürüveriyor? Ben bunları oranın sakinlerine söylediğimde beni anlamıyorlar... Siz bizden daha çok yaşayacaksınız diyorum inanmıyorlar… Bizler, şehrin çocukları hormonun, sanayinin, kirli havanın kurbanlarıyız diyorum şaşırıyorlar…

               Bu kısa ama dolu dolu ziyaretimde bazı elmas parçaları yanıma aldım. Evin her köşesini arıyorum tarıyorum… Bir nevi hatıra kâşifliği benimki… Heybeme neler mi attım? Teyzemin 35 yıllık çeyiz tepsisi, benim için çitten (çiçekli, şalvarlık pazen kumaşlar) diktiği tutacaklar, büyük dedemen dedemin gallici (ekin biçerken parmaklara geçirilen, daha çok toplamayı sağlayan bir araç. En az 70 senelik…)(Gerçi onu babam benden önce almış velâkin benim çalacağımdan habersiz henüz)(yazıyı yolda yazmıştım, şimdi Almanya’dayım, maalesef çalamadım ), babaannemin bakırdan çeyiz ırbığı (filmlerde gördüğümüz içine su konan, abdest almak için kullanılan su kabı)(yalnız buda çalınacaklar arasında...)(bunuda çalamadım), el örgüsü dokuma, su geçirmeyen en az 80 senelik tuzluk(İçinde tuz saklanan çanta)… Şimdilik bunları sığdırabildim… ‘Hatıralar geçmişin işaret taşlarıdır, altını, elması, yakutu olan taşlar…’ Eskimeyen eskiye,  düne ait olanlara duyduğum bu hasret sadece salt bir zevkten ibaret değil… Onların taşıdığı hatıralar… Sanki onlarla geçmişimiz bizi hiç terk etmiyor, ölene, kaçana, göçene, gidene rağmen bizimle yaşamaya devam ediyor…  Eeee artık kendi evim olduğuna göre (bekârken evimizi hep benim evim hissederdim ama evlenince anladım orası annemin eviymiş) işaret taşlarını toplamaya da başlayabilirdim ve öylede yaptım…

             Son olarak bana bu yolculuğun en güzel hediyelerinden birisi Sultan annemden (Ananem) aldığım atalık tohumlardı… Ben ki herhangi bir tohumu hayatında ilk kez görmüş bir şehirliydim… İlk kez bir çiçeği beslemeye kendi evinde başlamış birisiyim ki dört aydır o çiçeğin sağ salim hayatta olması da ayrı bir başarı bence (Şu notu da eklemeliyim, bilenler bilir orkide bakımı en kolay çiçeklerden biridir)… Son bir senedir yaşadığım bazı zihinsel dönüşümler hayatımın bir kısmını farklı mecralara çevirdi… Bunlardan birisi yediklerimizin üzerine yaptığım araştırmalarım ve tüketmekten üretmeye doğru evrilmemizin dünyanın geleceği için kaçınılmaz olduğunu kabul etmem… Ve sanırım tabiata olan özlemin bir yaşta insanı gelip bulması… Çiçeklerim bebeklerim benim… Kim bilebilirdi ki belki çiçekten bir adım sonraya geçebilirdim… Belki ilk etapta saksıda domateslerim olurdu, içinde hormon olmayan, GDO olmayan… Birçok kimsede artık atalık tohumun olmadığını ilk duyduğumda şaşkına dönmüştüm… Son kale Sultan annem kalmıştı… 75 yaşındaki üretken, çalışkan kadın… Sultan annem elinin değdiği yeri yeşillendirengillerden… Hatta şakayla karışık diyorum ki ‘Sultan anne beni eksen ben bile çıkarım topraktan’(tebessüm) Bu kötü esprime gülüşü yeter bana… Evet, şaşırmadım Sultan annem kendi tohumunu kendi çıkarangillerden hala pazardan tohum almayangillerden… O ki ne verirsen elinle o gelir seninle düsturunca yaşayangillerden… Evinin önü, arka bahçesi, tarlası, hatta balkonunda ki çuvallardan yaptığı bostanıyla her yeri şenlendiren bir güzel insan… Tek tek açıldı çuvallar… Neredeyse çoğu birbirine benzeyen, utanarak söylemeliyim ki kokularından bile ayırt edemediğim tohumları parmak uçlarıyla tanıyarak anlattı bana… Her birinin içine gerekli notları koyarak (şehirli sıpası ne bekliyordunuz) bu hazineyi de kattım heybeme…

              Geri dönüş yolundayken kalbimde bu aziz anılarla pencereden dışarıyı seyrediyorum… (Zihnim ara sıra Kayseri’den İstanbul’a oradan da Almanya’ya uzanan yolu düşünüp şimdiden yorulsa bile ona izin vermiyorum çok…) Kalbimde aziz anılar, tabiatın o güzelliği, sıla-i rahimi görmekten sebep bir ruh dinginliği ve dilimde o tatla (3 gündür hamurun bilumum çeşidini yemekten feleği şaşmış ama gene de mutlu bir mide ile) dağları tepeleri aşıyorum… Nasipmiş bu senede gördük. Bildir sene (geçen sene) kısacık bir cenaze vasıtasıyla görebilmiştim, doyamamıştım… Bakalım gelecek seneler ne gösterecek… Vesselam…
                                                                                                                   6 eylül 2015/ Kayseri