24 Nisan 2018 Salı

“HEP SONRADAN GELİR AKLIM BAŞIMA”

          *Ahmet Kaya, Hep Sonradan Gelir Aklım Başıma, Hep sonradan…
Eğer bir gün çevrenizden biri intihar ederse 1.suçlu olarak kendinizi hedef tahtasına oturtabilirsiniz… Ellerinize sağlık bu kaçıncı leşiniz? Benim bir…
Bir gün, bir erkeği 40 yılık yaşamında ilk kez ağlarken gördüm… Erkekler ağlamaz mı? Bilakis erkekler az ama öz ağlar… Biz kadınlar gibi ağlamanın cılkını çıkarmazlar. Alacağım cevaptan korkarcasına sordum; neden? Hıçkırıklarının kestiği sesinden şunu duyabildim sadece: “Arkadaşım intihar etti…” Ne? Hani şu filmlerde gördüğümüz gibi mi? İple mi silahla mı? Ah hadi kötü nefsim uğraştığın şeye bak, hala magazindesin… Şu amca mı? Hani şu çok nazik, hani şu karısına deliler gibi âşık, hani şu etrafına cömertlik saçan; hayat dolu adam mı? Algılayamadım. Küçüktüm. “Ölüm, Allah’ın emri ama böylesi çok acı, çok” dedi… Sonradan döküldü, orada donakaldım. İntihar eden merhum amca zamanında işinde gücünde biriyken bir gün işleri tepetaklak olmuş.  Dört bir yana ikram eden adamcağız işleri kötü gittiğinde kimseyi etrafında bulamaz olmuş… Bu kırk yaşındaki amcayı birkaç kez arayıp borç istemiş… Her seferinde bu isteğini varı yoğa katarak karşılayan adamcağız, o son gün kasada bir kuruş para olmadığını görünce onu geri çevirmek durumunda kalmış… “Ah” diyor “Bilseydim dünyanın altını üstüne getirmez miydim, kendimi paralamaz mıydım? Ah bu sersem kafam ah…” Acaba rahmetli amcamız kaç kişiden daha borç istedi, kaç kişiden daha yok cevabını aldı… Kaç telefon meşgule alındı, kaç mesaja geri dönülmedi… Ne kadar çaresiz kaldı? Nelerle mücadele etti?  Ve bunu neden kimse bilmedi?
Aradan seneler geçti bu hikâyenin üzerinden. Bir gün, yaz okulunda birlikte öğretmenlik yaptığımız arkadaşlarla teneffüs arasında bir haber aldık. Kaç saniye öylece donakaldık anımsayamıyorum. Bütün bir seneyi aynı çatı altında geçirdiğimiz, pek sevgili “…” hocamız intihar etmiş. Donup kalıyoruz. Susuyoruz. Zira söylenebilecek pek bir şey yok. İnanmak istemiyoruz başta, bu adi bir şaka olmalı diyoruz. Amalar dolanıyor dillerimize. Ama o çok mutlu görünüyordu, ama o işini çok iyi yapıyordu, ama o çocuklarla çok iyi anlaşıyordu, ama o henüz yeni başörtüsü takmıştı, yeni namaza başlamıştı, ama o… Uzayıp gidiyor cümleler ve amalardan bir nehir çağlıyor…  Her şey bu kadar güzel görünürken bu nasıl olabilirdi insanın aklı almıyor… Biz orada bir sürü insan idik, arkadaş idik, kardeş idik bir kişi bile bilmez miydi bu kadının ne derdi var? Evet, sadece bir kişi yüzeysel biliyormuş olayların perde arkasını... Meğer bu ablanın gülen gözlerinin ardında bir acı denizi varmış. Meğer bu ablanın umursamaz tavırlarının ardında gam yüklü bir gemi varmış, karaya  oturmuş... Acıları, pişmanlıkları, ezilmişlikleri, içinde kaybolduğu dehlizleri varmış, tıkanıp kaldığı merdivenleri… Hayat yükü bu kadına pek bir ağır gelirmiş… Meğer ayaküstü sohbetlerde üstünkörü bir nasılsın demekle hemhâl olunmazmış… İnsan sorulmak istermiş. Derdini açmak istermiş...  Ah ah...
Eğer bir gün çevrenizden biri intihar ederse 1.suçlu olarak kendinizi hedef tahtasına oturtabilirsiniz… Ellerinize sağlık bu kaçıncı leşiniz? Benim bir…
En son ne zaman çevrenizdeki bir insanın gerçekten halini sordunuz? Nasılsın, hımmm, iyi misin, bende iyiyim, haydi Allah’a emanet oldan öte bir cümle kurdunuz? Nasılsın sorusuna gelebilecek muhtemel cevaplara karşı hazır mısınız? Kötüyüm dediğinde onu dinleyebilecek, yaralarına merhem olabilecek cesaret ve gücünüz var mı? Yoksa günlük hayatın keşmekeşinde ben sorayımda gerisi önemli değil diyenlerden misiniz? İnsan hayatına dokunmak bu kadar zor mu? Halleşmek hangi ara bize bu kadar ırak oldu?
Tebrikler çevrenizden biri intihar etti ve sizde suçlusunuz. Siz, dert açılacak, yargılamadan dinleyecek, sorunlara çözüm getirecek tıynette bulunmadınız. O kişi size hiç gelmedi. O kişi, sizi kalbinin mahrem odalarını açabilecek kadar samimi görmedi. Sizi ne Müslüman olarak, ne insan olarak, ne kardeş ne dost ne arkadaş olarak güvenilir biri bulmadı. Hâlbuki her gün, her hafta ya da başka aralıklarla o kişiyle görüşüyordunuz. Size gülümsüyordu. Yanıldınız. Gülücüklerinin perde arkasını göremeyecek kadar aptal yerine kondunuz. Tongaya düştünüz. Onu suçlayacak cesaretiniz var mı?
Gökler yarıldığında, dağlar hallaç pamuğuna döndüğünde, denizler alev aldığında ve hepimizin defteri önüne konduğunda hesap sorulacağımız bir grup insan var… Onlar bu toplumun dilsiz dertlileri. Kalabalıkta herkesin birbiriyle kaynaştığı yerde köşede kalıp konuşmaya katılamayan, katılsa bile mahcup ifadesi gözlerinin derininde kalanlar… Onlar, fotoğraf karesine sığamayanlar, sığsa da köşede görünmez olanlar... Kalbi güvercin ürkekliğinde açılmayı bekleyen, içten bir nasılsın için senelerce bekleyenler onlar… Savaşlarda hep mağlup olanlar onlar,  belki de hiç savaşa giremeyenler, bile bile ladese girenler… Hep iyilik yapıp bir kez iyiliğe muhtaç olduğunda karşılık bulamayanlarda onlar… Hep veren el olup, ömründe bir kez alan el olması gerektiğinde al(a)mayanlarda onlar… İntihar âlemi, bu dünyada insanın ömründe son basamağa kadar an az bir kez çıktığı(?) velâkin oradan estağfurullah diyerek dönmesi gereken yer… İşte onlar o son basamaktan dönemeyenler… Kalbini, aklını, vicdanını, iradesini susturanlar… Esas soru ise şu: O tüm bu süreçlerini sustururken sen neredeydin? Ben neredeydim? Bu soru karşılaşacağımız en çetin sorulardan biri galiba…
Eğer bir gün çevrenizden biri intihar ederse 1.suçlu olarak kendinizi hedef tahtasına oturtabilirsiniz… Ellerinize sağlık bu kaçıncı leşiniz?Benim bir...
                                                                    

18 Ocak 2018 Perşembe

İKİ CAN BİR DOĞUM…



      
Mehmedim, Azizim, yavru kuşum… Yaşasaydı eğer 16 aylık olacaktı…
Çok özlüyorum onu bazen. Doğmamış küçük oğlumu çok özlüyorum. Görünen varlık sahasına bile çık(a)mamış bir canlıyı özlemek nasıl bir duygu bilmeden özlüyorum onu. Mehmet Azizimi en derinimden özlüyorum…
Onun yaşayamadığım doğumunu özlüyorum. Acaba nasıl olacaktı? Kaç haftalık doğuracaktım onu. İlk gördüğümde nasıl bağlanacaktım ona? Kime benzeyecekti? Bana benzer miydi acaba? Babasına benzesin isterdim herhalde. Sonrada bana biraz.
Onunla geçireceğimiz yılları özlüyorum. Onun büyüyüp serpileceği günleri görmeyi özlüyorum. Ve bunu hiç bilemeyecek oluşuma hayıflanıyorum…
       
Asiyem, Benanım, yavru kuşum…
Kasılmalarım birden bire başlayıvermişti. Yani günlerdir gelip giden bir şeyler vardı ama ben onların hiç birinin doğumu başlatacağına inanamıyordum. Bana göre daha zaman vardı.
Ta ki Sevde’nin yatağında doğuma hazırlık uykusu uyuyana kadar… Birden uykumun arasında içimde bir balon patlayıverdi. Önce anlamadım ama bu oydu, bebeğimin suyu… Sonunda gelmeye karar vermişti, ona kavuşacaktım artık. O kadar saf berrak ve güzel bir suydu ki sıcacıktı… Demek kuzum bu sıcaklıkta uyuyup büyüyordu düşüncesi bile içimi gıcıklamaya yetiyordu.
Sonra eve geldim yanımda Sevde’yle. Eşime haber verdim artık eve gelmeliydi; bebeğimiz, minik kuşumuz gelmeye karar vermişti. Bir yandan kasılmalarımı karşılıyor diğer yandan doğum çantamı hazırlıyordum. İmkânı yoktu bu çanta hazır olmadan hiçbir yere gidemezdim.(tebessüm) Kasılmalarımın şiddeti gittikçe artıyor, geldiğinde sabit bir pozisyonda kalamıyordum artık. Muhakkak derin derin nefes almalı bu dalgaları karşılamalıydım. Ara ara Sevde’nin boynuna sarılıyor kendimi boşluğa bırakıp salınıyordum… Her salınış beni kuzuma bir adım daha yaklaştırıyordu…
Hastaneye vardığımızda doğum katına çıktık. Artık doğumun tam ortasındaydım…  Gittikçe artan bir baskı beni tarifsiz bir yere götürüyordu... An geliyor rahat bir nefes alıyor an geliyor o basınçla başa çıkmak için türlü şeyler deniyordum… An oluyor terliyor ayağımdaki terliği fırlatıyor… An geliyor üşüyor üstüme bir hırka istiyordum. Bazen bir an geliyor dakikalar bitsin gitsin istiyor bazense garip bir haz alıyordum geçen dakikalardan… Biliyordum adım adım kuzuma doğru yol aldığımı... Yolun sonunda o vardı bütün kalbimle inanıyordum…
Kız mı oğlan mı hiç aklıma gelmiyordu bile. Doğunca görecektim nasıl olsa… Zaman biran önce geçsin gitsin istiyordum… Ömer’e sarılıyor sokuluyordum ona… O olmasa ne yapardım ben? Biran olsun beni yalnız bırakmayan yol arkadaşım… Ellerimi tutuyor, masaj yapıyor, aklına gelen her güzel şeyi bana söylüyordu... Sen çok güçlüsün Fatimam, başaracaksın diyordu... Dalgaları beraber karşılıyorduk adeta… Ebelerin ısrarına rağmen ağrı kesici istemiyor bütün yaşamam gereken ne varsa yaşamak istiyordum. Ben buna hazırdım… Aylarca bu anı beklemiştim herhangi bir ağrı kesici ya da başka bir şeyle doğumun büyüsünü bozmak istemiyordum… Su içtim sanki bir ara ama tam hatırlayamıyorum…
Birde ağzıma şekerli bir şeyler atsam diye geçiriyordum içimden… Lakin hiçbir şey bulamıyordum çünkü hiç beklemediğim biranda başlamıştı doğumum. Bu denli hazırlıksızdım madden… Olsundu ben yavruma aylarca kalbimin en güzel odasını hazırlamıştım diğer şeyler olmasa da olurdu...
Sonra doğum masası… Hazırdım ama sanki hazır değildim… Hatırlamak istemediğim bazı anlar…
Allah’ım o nasıl güçlü bir baskıydı… Geliyor, gidiyor ve her nefeste, her ıkınmada beni kuzuma yaklaştırıyordu… Saniyeler dakika, dakikalar saat olmuştu… Sanki uzun bir zamandır oradaydım… O masada… Hâlbuki hastaneye geleli yalnızca iki saati birazcık geçmişti… Bitsin artık göreyim kavuşayım kuzuma diye geçiriyordum içimden… Sadece kadına verilen bu emanet ne ağırdı Tanrım… Tabii olarak dünyaya teşrifi de o kadar kolay olmayacaktı…
Geçti, geçmez zannettiğim dakikalar... 2 saat sonra daha… Bir ara 00.11 i geçtiğini hatırlıyorum… Sonra derin upuzun bir çığlık... Sonra ne olduğunu hatırlayamadığım bir an… Sonra bebeğim… Minik kuşum… Her şeyin bıçak kesiği gibi bittiği o an… Hiç bir acı, sancı, kasılma ve sızının kalmadığı o an… Derin bir nefes alma hissi, göğsümü dolduran kuş hafifliği…
Miniğim oradaydı… Sağ tarafı üzerine uzanmış, doğum masasında yatıyordu... Sanki hala içerde gibi uyuyordu… Gördüğüm ilk anda ilk hissettiğim şey ne kadar güzel olduğuydu… Çünkü o kadar güzel o kadar güzeldi ki... Kelimeler bunu tarif edebilir miydi? Bir ressama çiz desek ya da? Böylesine bir güzelliği ben ömrü hayatımca ne görmüş ne duymuş ne şahit olmuştum… Saf, duru, akça, pakça bir kuzu… Saniyenin onda biri hızında kalbimden, gözlerimden, aklımdan on yüz milyon tane sevgi ağacı fışkırıyordu ve sanki gökten aşkı ansızın indirivermişti melekler… O nasıl sakin ve dupduru bir güzellikti Allah’ım... O ne masumiyet… Hiç ağlamadı fındık farem… Ve birden birkaç saniye sonra fark ediyorum ve bağırıyorum karanlık gecede sevinçle, aşkla, ‘O bir kız, o bir kız’... Bir an önce kucağıma almak istiyorum onu sarmak sarmalamak. Kalbimin çarpıntısı var birde… Her şey, bütün sancı, hayal kırıklığı, kırgınlık hepsi birden buhar oluveriyor… Artık sadece ‘O’ var… Asiyem Benanım, yavru kuşum, minik kuzum, küçümen sevdiceğim…
Sözcüklerimin kifayetsiz kaldığını biliyorum… Çünkü bu anlatılabilen değil ancak yaşanılabilen bir şey... Sonra birbirine karışan kablolar... Üzerimdekileri parçalama isteği… Göğsümde yatan ve alıp verdiği nefesini hissettiğim kuzum… Ona kavuşmak için neden aylarca beklediğimizi anlıyorum... Öyle güzel öyle güzelki… Allah’ım sana nasıl Hamd etsem bilmiyorum… Bu nimetin şükrünü nasıl versem bilmiyorum…
Sonrası boşluk… Sonrası sonsuz Hamd... Sonrası Asiye Benan…
Ve ben ilk kez o kapıdan giriyorum ve annelik sıfatını kalbime bir nişan gibi takıyorum... Kalbime takılmış en güzel sıfat…
                                                        12 Ocak Cuma

5 Ocak 2018 Cuma

BİR VEFA BORCU

Kendisiyle aynı çağın son yarım yüzyılında yaşamış olmaktan onur duyduğum birkaç isimden birisidir O… Tanışıklığımız aile içerisinde birkaç kez işittiğim, dimağıma yer etmiş bir hatıraya tekâbül eder. Parmağında evlilik yüzüğü olmayan bir kadının hatırasıdır bu. Annemin... Bir gün evin beyi sorar: “Hanım, falan yerde bir savaş var. Müslümanlar ölüyor, birde onların bir komutanı var ki Allah ondan razı olsun. Yardım götürülecek, neyin var?” Kimdi bu komutan? O zaman adını bilmiyordum… Anlatılana göre evin hanımı sesini çıkarmaz zatende konuşmayı pek sevmez. Kulağındaki küpesini, parmağındaki alyansını tereddüt etmeksizin verir... O boşluk yaklaşık 24 sene sonra dolacaktır... Binde bir sessiz harflerle anlatılan bu anı beni derinden sarsmıştır…
Sene 2003, o komutanın cenaze töreni için ekrana kilitlenmiş yüzbinlerce insandan biriydim bende… Aklımda isimsiz kalmış bu komutanın adını öğenmenin zamanı gelmişti artık. O, Yasemin teyzenin bir dersinde ‘Bilge Kral’ lakabıyla bize anlattığı Aliya İzzet Begoviç’ti… O bir devlet başkanı, bir entelektüel, bir komutan ve en nihâyetinde çocuklarının göz bebeği olan bir babaydı...
Gerçekten tanışmamız için benim biraz büyümem gerekiyordu ve ben büyüdüm. Önce Bosna savaşıyla tanıştım. Belgeseldeki teyzenin anlattıklarını dinlerken inanasım gelmiyordu yaşananlara… Böyle bir katliam nasıl olabilirdi? Tüm tanıdıklarını savaşta kaybetmiş teyzenin yerine koyamadım kendimi çünkü o zaman kaybetmek nedir bilmiyordum. Her sene yenisi bulunan toplu mezarları ekrandan izlerken içimde batı insanlığının cenaze namazı kılınıyordu... Kırlara çıktığımda mavi kelebeğin izini sürdüm kendi topraklarımda ama yoktu…
Lisede bir gün elime babamın kitaplığından Doğu ve Batı Arasında İslâm’ı  aldım. Anlamadan sayfalarca ilerledim ama nafile. Biraz daha geçince  kabullendim demek ki daha zamanı vardı. Sonra ‘Konuşmaları’ okudum. Sağdan soldan bir ileri iki geri. Ondan da nasibim kabım kadardı. Hayatında hiç canlı savaş görmemiş birisi, asker olmamış birisi ne kadar anlarsa o kadar anladım.
Üniversiteye geçtim. Aklımın bir köşesinde hep Aliya. “Bilge kralı okumalı, bir gün muhakkak okumalı…” Bende sayıklamaya dönüşmüştü.  Bana bu kadar yakın yüzyılda yaşamış bu insanı mutlaka okumalıydım. Lakin gene okuyamadım. Nedense O’nun toprağına ayak basmadan, onun hikâyesini kendi gökyüzünden dinlemeden yazdıklarını okuyasım gelmedi. Önce mezarını ziyaret etmeliydim. Arkadaşlarla Bosna’ya gitmeye karar verdik. Öğrenci işi. 50 Tl’ye gidiş dönüş uçak bileti bulmuştum bundan âla teklif mi olurdu? Olmazdı elbet. Bütün plan hazır, her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüşüz. 5 kişinin bütün bilgilerini internet üzerinden girmişiz. En son bileti satın al tuşundayız. İçimizden biri acaba oraya sık giden ‘falan abiye’ bir danışsa mıydık diye bir fikir ortaya attı… Kendimi İsa’ya ihanet eden havarilerin içinde gibi hissetmiştim. Oraya hep giden ve benim asla affetmeyeceğim abi,  “ Mart ayı Bosna karlı olur. Bosnayı gezmek için pek  uygun bir zaman değil. Siz Mayıs’ta gidin” dedi. Sanki senenin 12 ayı bize kucak açmış, şartlarımı size uydururum diyordu ve bizim haberimiz yoktu. Velhasılı kelam ben dışındaki bütün arkadaşlar mırın kırın etti ve biz o son tuşa bas(a)madık. Şimdiki aklım olsaydı onlara hilaf o tuşa basardım.(tebessüm) Kızdım çokça, küfür edesim geldi, sustum. O zamanlar edepli küfür etmeyi bilmiyordum…
Böylece önüme çıkan engellerden sebep Aliya hocamızla tanışmak 2017 Mayıs ayına kaldı. Serdim önüme okumadığım 3 kitabını. ‘Özgürlüğe Kaçışım’(Senacım gerçekten kitabı alırken senin olduğunu bilmiyordum), ‘Tarihe Tanıklığım’(Babamın kütüphanesinden mirasladığım), ‘Doğu ve Batı Arasında İslâm’ (Garip Hocadan. Kendisinin henüz farkına vardığını zannetmiyorum. O farkedene kadar belki vicdana gelir, okuduktan sonra yerine koyarım.)
Mayıs ayını Aliya’yı okuma, anlama ve onun düşüncelerine eğilme ayı ilan ediyorum. Özgürlüğe Kaçışımı sondan okumaya başladım. Bazen böyle sondan başlarım. Hiçbir zaman sonuç en önce gelmemiştir benim için. Sonunu bildiğim halde hikâyesi sarar beni. Değil midir ki yaşanmışlıklar sonuçlarından daha önceliklidir? Sondan başladım çünkü sonuna zindanda çocuklarıyla yaklaşık 6 yıl boyunca yazıştıkları mektuplarını koymuşlar… Sondan başladım çünkü orası kalbime dokunuyordu. Selam olsun Bakir’e, Leyla’ya, Sabina’ya… O zaman çocuklarından birkaç alıntıyla bitirelim. “Eksik olan tek şey senin bizimle olman.” Sabina.  “ İnsanlar bazen unutuyorlar ve bazı şeylerin farkına varmıyorlar. Mesela müdür, seni görmek için ta Neum’dan geldiğimi ve yoldaş Tijanik’ten müsaade aldığımın farkında değil. Hırsızlık yapan, adam öldüren diğer tutuklular serbestçe ziyaretçileriyle görüşebilirken, zaman zaman evlerine gidebilirken, Foça’da gezintiye çıkabilirken, senin sadece söylediğin ve yazdığın bir şeyler yüzünden hapiste olduğunu unutuyor. Ama olan oldu. Umarım bütün bunlar yüzünden hayal kırıklığına uğramamışsındır. Özelikle de benim boş yere yaptığım yolculuk yüzünden. Bu yolculuğu senin için her gün iki kere yapabilirim.“ Bakir. “Sen ve ben güzel bir sohbet yapmayalı uzun bir zaman oldu. Bu yıllar bunu bizden alıp götürdü. Bana bazen öyle geliyor ki sadece babam beni gerçekten dinleyebilir, benim küçük ve ilk bakışta önemsiz gibi görünen kaygılarımı ve duygularımı sadece o anlayabilir. Kendimi genellikle babamın her şeye rağmen hayatta ve sağlıklı olduğu, hâlâ bir babam bulunduğu gerçeğiyle teselli ediyorum.” Leyla

                                               /Essen /Almanya /5 mayıs 2017