'Bana Yalan Söylediler'
“Bu bir yolda olma hikayesidir....Karanlık bir gece, bir mağara, bir adam ve ansızın gelen bir melek! Ben olsam ne yapardım diye düşündüm çokça. Korkar mıydım bilmiyorum ama çok şaşırırdım. Efendimizde çokça şaşırmıştır herhal… 40 yaşına gelmiş bir insan hayatın reel taraflarını yeterince görmüş, gerçekle hayal olanı ayırt edebilecek olgunluğa erişmiş olsa gerek. Birde üstüne efendimizin böyle bir varlığa karşı beklentisizliğini göz önüne alırsak durum bir hayli şaşırtıcı hale gelir… Ve ardından melek dedi ki Oku!... Okuma bilmeyen bir insan için ne garip bir emir değil mi? İşte böyle başladı güzel insanın hikayesi, bizim hikayemiz… Sahiplensek ya da sahiplenmesek hiç fark etmez, hikayeyi Rasulün ve ondan sonra gelenlerin bıraktığı yerden devam ettirmek boynumuzun borcu…
İlk
kez ne zaman okumanın tadına vardım tam bilmiyorum. Velakin sanki
hayatım okumayı öğrendikten sonra başlamış gibi. Ondan öncesi çok kopuk,
çok bağlantısız... Okula, amiyane tabirle uçarak gittiğimi
hatırlıyorum. Hiçbir gün yüksünmeden, seve seve, aşkla… O kırmızı
kurdele göğsüme iliştiğinde henüz daha çok az bir zaman geçmişti okula
başlayalı. Uykumda harfleri sayıklıyor, gece gündüz düşlerimde
parmaklarımla duvarlara, tavanlara her öğrendiğimi yazıyordum. Henüz
İkra’yı bilmiyordum, hikayeyide... Okumak bir yaşam biçimiydi, her an
yapmak istediğim yegane şey. Temizlik yaparken bile molalarda annem beni
koltuk arkalarından toplardı elimde suç aletimle… Bazen sırf rahatsız
edilmemek için tuvalette ayakta kitap okuduğumu hatırlarım… Hatta gece
herkes uyuduktan sonra gündüz kitap okumaktan mütevellit yapılmayan
ödevleri yapardık abimle. Her ne kadar sonunda kavgayla bitse de bu
eylem –evdeki birkaç kişinin uyanmasıyla- her gece tekrarlanırdı… Esas
soru şu ki bu motivasyonun kaynağı neydi? Babam, annem ya da
öğretmenlerimiz mi? Övgü dolu sözler mi? Bize konulan herhangi bir ödül
mü? (Kitap okumanın daha çok kitaptan başka hiçbir getirisi olmadı
çocukluğumuzda…) Hayır değildi. Okuma ve öğrenme üzerine bunca düşünüp
araştırdıktan sonra fark ediyorum ki bu içsel bir motivasyondu… Birileri
tarafından inşa edilmemiş, dikte edilmemiş, zora koşulmamış sadece
içten gelen fıtri sesin bir yankısıydı. Okulun henüz bizleri hayattan
soğutmadığı, öğrenmekle bir görülmediği zamanlardı… Yaptığımızı kendimiz
için yaptığımız, kıyaslanmadığımız, yarış atlarına dönmediğimiz,
akran-öğretmen baskısı görmediğimiz, ödülle tanışmadığımız, işe yarar
yaramaz her şeyi öğrenmeye çalışmadığımız zamanlardı…
Şimdi
25 yaşındayım, sizlere hikayenin başladığı gibi devam ettiğini söylemek
isterdim ama değil. Evet şimdi hikaye çok başka yerlere evrildi,
değişti, dönüştü, kırılmalar yaşadı, tökezledi, düştü ve bir zamana
kadar da ayağa kalkamadı… Geriye doğru bir yolculuk yaptığımda, bu çocuk
kalbinin ilk kırıldığı yeri hatırlayabiliyorum… 5.sınıftaydım... İlk
dört senemde okulun en parlak öğrencilerinden biriydim. Aslında öyle bir
idealim olduğu için değil; okumayı, öğrenmeyi gerçekten çok sevdiğim
için bu böyleydi. Bir öğretmenim vardı, adı Osman… O yıl sınıfımıza bir
kız gelmişti, oda çok başarılıydı, öğrenmeyi çok seven bir başkası
daha... Bir gün Osman öğretmenim bana ‘……’ senden daha çalışkan, onu
senden daha çok seviyorum tarzında bir cümle söyledi… Kalbim kırılmıştı,
hiçbir şey söyleyemedim… Nasıllığını anlamaya çalışıyordum. Öğretmenim
beni sevmiyor muydu artık? Ben ona ne yapmıştım? Sevmenin illeti olur
muydu? İlleti olan sevmek olur muydu? Öğrenmeye, okumaya bir illet
girmişti, acımasız bir bağ, bir koşul; sevgi… Sanki o gün kuş uykumdan
uyanmaya başladım… Kıyaslar gözüme çarpmaya başladı, kim beni neden
seviyor sorusu gündemime girmişti… Fark edemediğim çok şey vardı,
anlamını bulamadığım. Ortaokuldan çıkana kadar bu sorular içimde gizli
yaralar açmaya devam etti. Kendi kendime bile soramıyordum cevabı
taşıyabilecek cesaretim ve metanetim yoktu... Okuma serüvenimde öyle
böyle azala, arta, sendeleye devam etti…
Okulda
bize verilen her şeyi öğrenmeye devam ettim lise hayatım boyunca. Bir
şeyi sevip sevmemek, işe yarayıp yaramaması, kullanıp kullanmayacağımız
sorusunu ne sordular ne sorduk. Eğer bir şeyi başaramıyorsam bu ancak
benim suçumdu, anlamadıysam yeterince iyi okumadığım içindi, sevmiyorsam
eğer ben kesin sorumsuzun tekiydim… Soru(n)lar hep içimde birikiyordu
ama onları ta diplere atıyordum. Çok faal bir lise hayatım oldu bunları
düşünecek vaktimde yoktu zaten… Sürekli programlar yapıyor,
konferanslara katılıyor, dergi çıkarıyorduk… Yazı yazıyordum bazen de
şiir… Okuyorduk ama daha az aşkla… İşte o yıllarda hocalarımız sayesinde
Kur’an’ın anlamıyla tanışmıştık… Evet, ailemizden öğrendiğimiz bir
şeyler vardı ama ilk kez meal hatmimi o yıllarda yapmıştım… O yıllarda
bile İkra’nın bendeki karşılığı hala basılı matbu şeyleri okumak üzerine
kuruluydu…
Ve
13 yıllık okul hayatımın sonunda üniversiteye başladım bir hayale
tutunarak… Belki de gerçekten okumanın, öğrenmenin ne olduğunu burada
öğrenebilirdim ama ne yazık ki öyle olmadı… Üniversitenin yaşattığı
hayal kırıklıklarını bir kenara bırakırsak, üniversite ve sonrasındaki
bir sene benim adıma, okuma serüvenimin muhasebesini yapmak için bir
başlangıç oldu. Cevaplanmayan bütün sorular gün yüzüne çıktı… Artık bir
şeylerin ters gittiğini, yanlış olduğunu, olması gerekenin bu olmadığını
anlamıştım… Okumak bu değildi! Öğrenmekte! Yaşamak hele, hiç değil…
İsyanım içimdeydi henüz kime ne diyebilirdim ki? Tam 17 yılın sonunda
kafamda deli sorular, okula bir daha dönmemek üzere oradan mezun oldum…
17 sene… Dile kolay… 17 sene ben öğretmenlerimi annemden daha çok
gördüm... 204 ay boyunca her gün okula gidip gelmek için saatlerimi
harcadım… 6120 gün boyunca bana verilen gerekli gereksiz her şeyi
öğrenmeye çalıştım, kıyaslandım, sınavlara gireceğim diye streslere
girdim, kendimi tanıtmaya okuldan başlatıldım, öğretmen ve akran
baskısına uğradım, okumayı ve öğrenmeyi okulla eşitledim, okumaktan ve
öğrenmekten gün ve gün uzaklaştım. Ve daha bir sürü şey… Başımızdan
geçenlere inanabiliyor musunuz? Hayır, bu bir tek benim hikayem olamaz…
İkra bu muydu? O gün o mağarada meleğin getirdiği ya da? Nebiyi Hira’ya,
arayış tepesine hangi okul yönlendirmişti? Hangi öğretmenin
motivasyonuydu bu? Amcası onu diğerleriyle kıyasladığı için mi Efendimiz
oradaydı? Bir ödül mü vaat edilmişti ya da ceza mı vardı gitmezse
eğer... Efendimizin başına bunların hiç biri gelmedi… Yetimlikle
başlayan hikayesinde bunlar yoktu… O arıyordu, gördükleri, duydukları
karşısında ızdırap çekiyordu, o ne yapacağını bilmiyordu ama Rabbi ona
öğretti…
“Oku
yaratan Rabbin adına, o insanı sevgi ve alakadan yarattı. Oku! Zira
Rabbin sonsuz kerem sahibidir; O insana (bilgiyi) kalemle (kaydetmeyi)
öğretti, O insana bilmediklerini öğretti…”1(Alak 1-5) Ramazana bu
ayetlerle hoş geldin dedim ama aslında son 3 senedir bu ayetleri
anlamaya çalışıyorum. Bu ömürlük bir uğraş farkındayım ama yolda olmak
bana yetiyor. Allah resulünün yaşadığı şaşkınlığa büründüm. Önce ümmi
olmam gerekti. Olmaya çalıştım. Emir çok açıktı aslında ama okumayı
unutunca işler Arapsaçına dönüyordu. Bu ayetlerin nesnesi yoktu. Emri
veren Allah, emir verilen insan, emir Oku ama neyi okuyayım sorusunun
cevabı yoktu. Demek ki bu okumak daha geniş anlamlı bir kavram. Demek ki
okumanın nesnesi her şey olabilir. Bütün bir kainat, insanlar, olaylar,
yaşadıklarımız, hissettiklerimiz ve kitaplar…
Okumanın
bir başlangıcı var, Rab adına… İnsanı boşluğa salmayan, yeryüzüne
halife olarak gönderen, cömert, ikram sahibi Allah adına yapmak
gerekiyor tüm okumaları… Onun adına başlayan hiçbir okuma güdük kalmaz
bunu biliyoruz. İnsanı sevgi ve alakadan yaratan bir Rab var karşımızda.
İlk kez bir çiçeği evimde beslemeye başladığımda 24 yaşımdaydım, ilk
kez toprağa bir tohum attığımda ve onun yeşerdiğini gördüğümde ise 25…
Yaşamak ve dirilmenin ayeti bu değil midir, söyleyin bana? Neden bunu
bize hiçbir okul öğretmedi? Bir orkide bahçem var. Görseniz çiçekleri
varken sanki cennetten bir bahçe… Velakin bir süre sonra o çiçeklerini
döküyor ve bir müddet sadece gövdesiyle yaşıyor. Hani çiçeklerini
görmesen demezsin bu bitki o çiçekleri açan… Bir orkideden şu ayeti
anlayacağımı bilemezdim: “O, ölümü ve hayatı hanginizin daha iyi
davranacağını sınamak için yaratmıştır: O mutlak yüce ve üstün olandır,
eşsiz ve benzersiz bağışlayandır.” (Mülk 2) Mevsimler bizler için,
yaprağımızı döksek bile, hata da yapsak Rabbimizin lütfu olan yaşamak
elimizde, nefes almak her yeni gün bize verilen bir fırsat… Okumak için
ikinci bir şans…
Yaşamak
İkra’nın bir neferi de ölmek değil mi? Almanya sokaklarında,
hastanelerinde, huzurevlerinde; yaşı 70’i geçmiş, yapayalnız, gözlerinin
feri sönmüş, hayat gailesi olmayan onca insanı gördükten sonra ölmenin
nimet olmadığını kim söyleyebilir? Kapitalizmin çarkından geçip giden
insanın hayatı; 20 sene okumak, 30 sene çalışmak ve ardından ölene kadar
kapı arkalarını bir gelen var mı acep diye beklemek… Çalışmak, sonra
yine çalışmak, daha çok üretmek, daha çok tüketmek üzerine kurulmuş bir
sistemin içinde uzun yaşamanın iyi bir şey olduğunu savunmak ne kadar
gerçekçi? Sormadan edemiyorum… Ölümü okumak kolay zannedilir ama en
zorlarından biridir aslında… Kendi yakınına düşene kadar bilemez insan,
bende bilemezdim. Başkalarının etrafındaki ölümler elin eşeğini aramak
gibidir. Henüz tanışmadığım evladımı kaybettiğimde dedim ki, bu nasıl
olabilir? Dedi Allah: “Şu da bir gerçektir ki, Son Saat’in bilgisi
sadece Allah katındadır: yağmuru yağdırır; rahimlerde yer tutanı bilir;
oysaki hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Dahası hiç kimse yarın
hangi mekânda öleceğini bilemez. Şüphesiz her şeyi bilen, her şeyden
haberdar olan Allah’tır.” (Lokman 34) Bunu bilip de nasıl kaybeder
kendini insan? Ölümün Allah’ın yedi kudretinde olduğunu bilen insan
dünyaya zincirlerle bağlar mı kendini? Bunu bilmese insan ateş-i
firkat-ı suzan olan ölüme nasıl katlanır?
Etrafımıza
bir baksak her şey oku beni diye yalvarıyor… Gözümüzü açabildiğimiz
seherin ilk aydınlığından tutunda yaşadığımız acı-tatlı hadiselere,
akşamın alacakaranlığından yeryüzüne çivilenmiş dağlara, uçsuz bucaksız
okyanuslarda kilometrelerce yolculuk yapan balıklara, raflarda
tozlanmaya dönmüş Kitab-ı Mübin’e kadar her şey… Bunları
okuyabilmek/görebilmek için ne okul bitirmemize gerek var, ne akademik
titre, ne cep doluluğuna, ne ahu gözlere, ne sivri zekaya ne de gurur ya
da bahane yapabileceğimiz herhangi bir şeye ihtiyacımız yok… Yeryüzüne
sığmaz ama bir sadra iliştirilmiş gönül bize yetecektir. Eğer yetmez
dersek, eğer okumazsak bu bir kendi kendine yettiğini sanma yanılgısı
olur. Bu durumda başımıza gelecekleri Rabbimiz haber vermiş, bize söz
düşmez. “Evet, evet; insan mutlaka azar, kendi kendine yettiğini
sandığında! Ne ki insanın Rabbine dönüşü muhakkatır. Ama (ey muhatap),
Baksana şu engel olmaya kalkışana, ibadete kalkan bir kula! (Ve sen ey
ibadete engel olan!) Hiç o hidayet üzere midir diye geldi mi aklına?
Yahut da, çağırmakta mıdır diye sorumluluğa? Düşündün mü hiç: eğer o
hakikati yalanlasa ve sırt dönmüş olsa Allah’a kendisi bilmez mi ki,
Allah görür mutlaka. Yoo! Eğer buna bir son vermediyse, elbet
perçeminden yakalayacağız; o pek sahtekâr, bir o kadar da günahkâr
perçeminden; haydi o kendi yandaşlarını çağırsın, Biz de zebanileri
çağıracağız. Hayır! O (azgın) insana uyma, imdi (Rabbine) secde et ve
yaklaşmaya gayret et.” (Alak 6-15)
1) Bu yazıdaki mealler Mustafa İslamoğlu’nun Hayat Kitabı Kur’an mealinden alınmıştır. (Mayıs, 2014)
2)Bu yazi ilk olarak http://www.hilalhaber.com/bana-yalan-soylediler-makale,1072.html yayinlanmistir.