30 Eylül 2015 Çarşamba



Soruyorlar, ne yapıyorsun gurbet ellerde diye... O vakit Almanya'dan bildiriyorum:

1)"Buralara akşam ezansız iniyor"...,Bazı günler gaipten ezan sesi duyuyorum, rüyada mısın Fatima yenge diyor kızlar...

2) Yavaşlıyorum, yavaşlamaya çalışıyorum.

3)Okuyorum, sonra bolca düşünüyorum..

4) Bir blogum var artık, estikçe içime yazıyorum ve yazmak tutkudan öte bir şey... Yazıyorum ama kendime demeyeceğim, okunup okunmadığını merak eyliyorum..

5) Almanca öğrenmeye başladım.. Çocukları güldürüyorum bolca, yamuk yumuk aksanımla...Adı bende kalsın bir Amerikan dizisi izliyorum Almanca, acaip merak uyandırıcı..

5)Arapça ne görürsem iştirak etmeye çalışıyorum...

6)Markete gidiyorum, glukozlu,fruktozlu, soyali lesitinli gıdalardan uzak durmaya çalışıyorum.. Ve dogal olmayan her şekerden.. Bayramı tek bir tatlısız, şekersiz,çikolatasız geçirdiğim için uzaylı muamelesi görüyorum.(tebessüm) He birde insanında doğal olmayanından uzak durmaya çalışıyorum..

7)İşte bu kadın o kadın dediğim kadını buldum. Buyrun tanışınız: Tasha Tudor...

8)Günlük rutinimi seviyorum, ev, yemek, bulaşık... Hepsi ayrı bir düşünme molası gibi...

9)Buraları, insanları tanımaya çalışıyorum bolca... Kah bir trenle, kah bsiikletimle, kah yürüyerek,kah komşumla(komşum var benim ya,kapısını tıklatıp tuz bitmiş diyebiliyorum) kah akrabalarımla... Zaman akıp gidiyor işte...

10)Eşimle bolca yaşıyorum, konuşuyorum, onun sakinliğine ulaşmaya çalışıyorum, dinginliğine...

11)ve son olarak bolca özlüyorum...Annemi, babamı,Sena'mı,Muhammedimi, abimi,gelinimizi, dostlarımı,arkadaşlarımı,bazı mekanları,bazı kokuları, bazı duyguları, bazı anları.... Özlem çalıyor sanki çoğu şarkı...

Not:Yavaşlamaktan kastın bu mu diye içinizden benle istihza etmeyiniz, son iki madde dışındakilerden günden bir dozdan fazla almamaya çalışıyorum.(tebessüm) vesselam


Selam ve dua ile kalınız...

11 Eylül 2015 Cuma


BİRAZ PARANTEZLİ BİR YAZI

           Bir daha ki senelerde ne olur ne biter, kim ölür kim kalır belli olmaz ama bu senede memleketimi görmek nasip oldu. Hamde vesilem oldu… Bir daha bu güzellikleri ne zaman görürüm ne zaman sıla-i rahim yapabilirim bilmiyorum…

            Rahmetli hacı babamın (dedem) hayallerinden biriydi, bir gün nişanlım olacaktı, öğretmen doktor ya da mühendis, sonra ben nişanlımla köye gelecektim. (İsabet etmiş, mühendisle evlendim) Sıraanda (hacı babamın evinin tam önündeki köyün en büyük meydanına verilen ad. Sığır alanından sıraana dönüşmüş) bir tur atacaktım nişanlımla. Konuşun (bakkalın ismi) önündeki bankta sıralanan ihtiyarlar ‘bak dedemenin (Hacı babamın ailesinin lakabı) torunu görüyon mu öretmen (tabi bende ne olacaktım ya öğretmen ya hemşire ya doktor) olmuş şu da nişanlısı’ diye laflayacaklar, parmakla beni göstereceklerdi… Sonra hacı babam bizi Tandırlacıya (çocukluğumda defalarca tırmanıp, köyü kuş bakışı seyrettiğim kiraz ağacının olduğu bahçemizin adı) götürecek, çay demleyecek, et kavuracaktı… Olmadı bunların hiç biri hacı babama nasip olmadı… Ne ben o sağlıklıyken nişanlandım ne de sıraana gelebildim… Kara toprak diye diye ölüme yürüdü gönlü geniş hacı babam… Çok iyi bir çiftçiydi. Dün kümeyi (bir zamanlar hacı babam sıhhatliyken, dillere destan olan ağacından gökyüzünün görünmediği, köyün en bereketli toprağının olduğu bahçemizin ismi) gezerken bir kez daha fark ettim. Vefatından sonra 3-4 sene bahçe bakımsız kalmasına rağmen (son bir yıldır birisi ilgileniyor artık) ağaçların hacı babamdan kaldıkları o kadar belliydi ki. Elmalar, armutlar, kayısılar, kızılcıklar... Bir ağaçta iki çeşit armut varsa orada bir durup düşünmek lazım... Her yerde onun ayak izleri vardı sanki.. Gözlerimi kapadığımda çocukluğumun 20 günlük yaz tatillerinde orada yaşadığımız eşsiz anılar canlanıyordu… Gülüşmeler, konuşmalar, elma toplamak için çıkılan ağaçtan elma yemekten ötürük(ishal) olarak inmenin o ilginç hissi şimdi nasıl bulunsundu ki? Kardeşlerim, kuzenlerimle orada yaptığımız piknikler, taştan kurduğumuz ocakta yarı küllü yediğimiz melemenler, bazlamalar (bir çeşit köy ekmeği, bazı yörelerde pıtırık da deniyor), ateşte demlenen çay… Hacı babamın ince ince yaptığı bahçe işleri… Bir insan nasıl bu kadar muntazam çalışabilirdi ki? Nasıl böyle düzenli, nasıl böyle sabırlı.. Bunlar hep miras... Bir daha asla geri gelmeyecek zamanlar, çocuklarımıza sunamayacağımız hatıralar… Sonra birden irkiliyorum halamın ‘babamın katili ağaç bu ağaç’ inlemesiyle kendime geliyorum… Ağaç katil olabilir miydi? Belkide… Hacı babamın hastalık süreci, ilk kez kiraz toplarken bu ağacın dalının kırılıp düşerek belini kırmasıyla başladı… Sonrası ölüme doğru giden 6-7 yıllık bir zaman… Hacı babam gibi bir çiftçinin yaş dala basmayacağı bir gerçek. Peki, nasıl oldu o zaman bu? Belkide halam haklıydı, bu ağaç katildi…
               Şimdi evliydim köydeydim ama hacı babam yoktu, onun dışındaki bütün akrabalarım sağdı salimdi, hayattaydı… ‘Sevdiklerinizin hayatta olması bir hediyedir’ diyen haklıydı keşke hep farkında olsak… 3 günlük bir ziyaretti, 12 saatlik yolu 20 saatte gelmeme, zaten günlerdir başka vesilelerle yollarda olmama rağmen (Almanya-İstanbul-Bursa-İstanbul-Kayseri, buda başka bir hikâye esasen) değdi hem de fazlasıyla değdi…
Babamın hatırlatmasına gerek var mıydı ‘Fatma gökyüzüne bakmayı unutma!’ O nasıl bir gök? O kadar yer gezdim (şimdi ki ikamet yerim Almanya’da dâhil) bu kadar yıldızı bir arada gördüğüm, Samanyolu galaksisinin bu kadar açık ve net gözüktüğü, güneşin doğuşunun ayrı batışının ayrı güzel olduğu bir memleket daha görmedim! Alın işte ayetse ayet, mucizeyse mucize… O domates başka hiç bir yerde mi böyle kokmaz? O su bu kadar soğuk, sert, leziz olmayı nasıl başarır? O dağlar bir beldeyi nasıl böyle çevirir? Kız kayası (şekli bir kızın yatması andıran dağ başı), it kayası (şekli köpek başını andıran dağ başı) neden bu denli şekilli ve asil? Yaylalara giden o yollar böyle kıvrımları ne zaman yaptı? Her ne kadar birçok hanede artık hayvan beslenmese de eti, sütü, peyniri, yoğurdu, yumurtası nasıl böyle elleri parmakları yediriyor, birden bire alıp insanı çocukluğuna götürüveriyor? Ben bunları oranın sakinlerine söylediğimde beni anlamıyorlar... Siz bizden daha çok yaşayacaksınız diyorum inanmıyorlar… Bizler, şehrin çocukları hormonun, sanayinin, kirli havanın kurbanlarıyız diyorum şaşırıyorlar…

               Bu kısa ama dolu dolu ziyaretimde bazı elmas parçaları yanıma aldım. Evin her köşesini arıyorum tarıyorum… Bir nevi hatıra kâşifliği benimki… Heybeme neler mi attım? Teyzemin 35 yıllık çeyiz tepsisi, benim için çitten (çiçekli, şalvarlık pazen kumaşlar) diktiği tutacaklar, büyük dedemen dedemin gallici (ekin biçerken parmaklara geçirilen, daha çok toplamayı sağlayan bir araç. En az 70 senelik…)(Gerçi onu babam benden önce almış velâkin benim çalacağımdan habersiz henüz)(yazıyı yolda yazmıştım, şimdi Almanya’dayım, maalesef çalamadım ), babaannemin bakırdan çeyiz ırbığı (filmlerde gördüğümüz içine su konan, abdest almak için kullanılan su kabı)(yalnız buda çalınacaklar arasında...)(bunuda çalamadım), el örgüsü dokuma, su geçirmeyen en az 80 senelik tuzluk(İçinde tuz saklanan çanta)… Şimdilik bunları sığdırabildim… ‘Hatıralar geçmişin işaret taşlarıdır, altını, elması, yakutu olan taşlar…’ Eskimeyen eskiye,  düne ait olanlara duyduğum bu hasret sadece salt bir zevkten ibaret değil… Onların taşıdığı hatıralar… Sanki onlarla geçmişimiz bizi hiç terk etmiyor, ölene, kaçana, göçene, gidene rağmen bizimle yaşamaya devam ediyor…  Eeee artık kendi evim olduğuna göre (bekârken evimizi hep benim evim hissederdim ama evlenince anladım orası annemin eviymiş) işaret taşlarını toplamaya da başlayabilirdim ve öylede yaptım…

             Son olarak bana bu yolculuğun en güzel hediyelerinden birisi Sultan annemden (Ananem) aldığım atalık tohumlardı… Ben ki herhangi bir tohumu hayatında ilk kez görmüş bir şehirliydim… İlk kez bir çiçeği beslemeye kendi evinde başlamış birisiyim ki dört aydır o çiçeğin sağ salim hayatta olması da ayrı bir başarı bence (Şu notu da eklemeliyim, bilenler bilir orkide bakımı en kolay çiçeklerden biridir)… Son bir senedir yaşadığım bazı zihinsel dönüşümler hayatımın bir kısmını farklı mecralara çevirdi… Bunlardan birisi yediklerimizin üzerine yaptığım araştırmalarım ve tüketmekten üretmeye doğru evrilmemizin dünyanın geleceği için kaçınılmaz olduğunu kabul etmem… Ve sanırım tabiata olan özlemin bir yaşta insanı gelip bulması… Çiçeklerim bebeklerim benim… Kim bilebilirdi ki belki çiçekten bir adım sonraya geçebilirdim… Belki ilk etapta saksıda domateslerim olurdu, içinde hormon olmayan, GDO olmayan… Birçok kimsede artık atalık tohumun olmadığını ilk duyduğumda şaşkına dönmüştüm… Son kale Sultan annem kalmıştı… 75 yaşındaki üretken, çalışkan kadın… Sultan annem elinin değdiği yeri yeşillendirengillerden… Hatta şakayla karışık diyorum ki ‘Sultan anne beni eksen ben bile çıkarım topraktan’(tebessüm) Bu kötü esprime gülüşü yeter bana… Evet, şaşırmadım Sultan annem kendi tohumunu kendi çıkarangillerden hala pazardan tohum almayangillerden… O ki ne verirsen elinle o gelir seninle düsturunca yaşayangillerden… Evinin önü, arka bahçesi, tarlası, hatta balkonunda ki çuvallardan yaptığı bostanıyla her yeri şenlendiren bir güzel insan… Tek tek açıldı çuvallar… Neredeyse çoğu birbirine benzeyen, utanarak söylemeliyim ki kokularından bile ayırt edemediğim tohumları parmak uçlarıyla tanıyarak anlattı bana… Her birinin içine gerekli notları koyarak (şehirli sıpası ne bekliyordunuz) bu hazineyi de kattım heybeme…

              Geri dönüş yolundayken kalbimde bu aziz anılarla pencereden dışarıyı seyrediyorum… (Zihnim ara sıra Kayseri’den İstanbul’a oradan da Almanya’ya uzanan yolu düşünüp şimdiden yorulsa bile ona izin vermiyorum çok…) Kalbimde aziz anılar, tabiatın o güzelliği, sıla-i rahimi görmekten sebep bir ruh dinginliği ve dilimde o tatla (3 gündür hamurun bilumum çeşidini yemekten feleği şaşmış ama gene de mutlu bir mide ile) dağları tepeleri aşıyorum… Nasipmiş bu senede gördük. Bildir sene (geçen sene) kısacık bir cenaze vasıtasıyla görebilmiştim, doyamamıştım… Bakalım gelecek seneler ne gösterecek… Vesselam…
                                                                                                                   6 eylül 2015/ Kayseri

29 Ağustos 2015 Cumartesi


HEY TEYZE BAKSANA! 

       Lütfen siz siz olun insanların fikirlerini, siyasi eğilimlerini ya da inançlarını öğrenmek için onları test etmeyin, insanları sınamayın, inanmadığınız bir fikri inanıyormuş gibi yapıp karşınızdakini aldatmayın! Evet bunun adı düpedüz sahtekarlık! Hem bir insan hangi saikle daha yeni tanıştığı bir insanı böyle bir teste sokma cesretini kendinde bulur? Cesaret gökten yağdı da biz mi görmedik??Bazen bir musibet bin nasihatten daha iyi olabiliyor. Bunu anladım geçen günlerde yaşadığım bir olayla ve kendime bazı dersler çıkardım. Onları paylaşmak istiyorum.
       Yer Gemlik/Bursa otobüs terminali. Otobüsün gelmesini bekliyoruz ben banktayım arkadaşım ise bana güneş gelmesin diye önümde ayakta dikiliyor. Yanıma bir teyze oturdu. Yüzüne güneş geliyordu, bir süre sonra arkadaşım senin güneşin gitti birazda teyzeye gölge olayım dedi. Oradan ufak yollu bir sohbet başladı. Arkadaşımın formasyon alacağını duyunca bir siyasetçinin konumunu anarak “Allahıma bin şükür ….. konumlu varda hemen atanırsın, çok yaşasın , hep yaşasın” tarzında güzellemelerde bulundu. Döndüm dedim ki “Birazcık …… kalkmıştı inşallah akıllanırlar.” Böyle deyince hemen hangi siyasi eğilimde olduğumuzu anlamaya yönelik sorularını biraz daha belirginleştirdi, henüz istediği kadar dökülmemiştik. Ben nötr konuştum (ki bu aralar cidden çok nötr hissediyorum kendimi). Arkadaşımın "..…...." siyasi eğilimde olduğunu ağzından alınca hopaa başladı küfür etmeye, bela okumaya. Döndüm dedim ki teyze sen az önce başka konuşuyordun? Hayırdır?? Test ettim anlamak için öyle söyledim dedi. Tabi benim tepemde ne cin kaldı ne ecinne. Bak sen bizi test etmiş, ağzımızdan laf almış! Gel gel 3 kilo salatalığa gel.
        Oradan konu hararetlendi, hiç siyasete bulaşmayayım derken başladı mı bir tartışma ama kafamın içinde daha en başta yaptığı sahtekarlık dönüyor. La Havle. İnsan bu hakkı kendinde nasıl bulur? Beni en irite eden şeylerden birisi insanların dürüstçe soramadıkları, bir menfaat uğruna öğrenmek istedikleri veya bilmedikleri bir şeyi böyle ucuz numaralarla anlamaya çalışmaları.
        Sonra konuşma iğrençleşti de iğrençleşti. Ben siyaset mezunuyum dedi. Bende 3.sınıftan terk ettim okulu dedim. (keşke etseydim diye içimden geçmedi de değil ) Tahsil cehaleti götürür esşeklik baki kalır dedi. Teyze en cahiller okumuşlar dedim anlamadı. Bir ayette dedim, bana Kur’an deme yüz kere hatmettim dedi. Ahanda suçluyu buldum sanırım!! Beni agresif olmakla suçladı. Etmediği küfür kalmadı. Ya acırım da en çok bu siyasilere acırım. Böyle her şeyi toptan kötüleyen insanların dilinden yemedikleri küfür kalmıyor.. Gerçekten siyasete dair çoğu şey bu kadar çirkef olmak zorunda mı? Birde üstüne üstlük inşallah bir gün karşılaşırız da siz haklı çıkarsınız dedi. Bak sen. Ay birde böyle demezler, fıtık oluyorum! Madem o kadar haklı olmamı istiyorsun sende benim inandığıma inan kainata o yönde mesaj yollayalım, o zaman belki gerçekten dediğin gibi olur he ne dersin? Hem mesele sadece haklı olma meselesi mi? Haklı olmak bu kadar önemli mi? Ya inandığında problem var ya samimiyetsizsin. Karar ver teyze….
          Daha bugün mezun olmak için son sınavımı verip çıkmış bir insan olarak tiksindim diplomadan… Diplomayla oturulan koltuklardan daraldım… Teyze testi yaptıktan sonra zaten anlamıştım ama emin olayım dediğinde başörtülü olmanın hala kalıp kafalı olmakla eşleştirilmesinden sıkıldım… Falan filan… Nötr olduğum bir konuda canavarca bir saldırganlaşma görünce kendiminde savunma hattına çekilmesinden yoruldum… Teyzenin gözlerindeki nefretten korktum… Daha bir sürü karmakarışık duygu işte…
            Ne olacak bu memleketin hali bilmiyorum ya haydi hayırlısı.


                                                                                                                                    Bursa/Türkiye

14 Ağustos 2015 Cuma





“ANNEM BEN SENİN YANINA KALANIM…”



https://m.youtube.com/watch?v=ifLNPVKc4kw


         “Bizi bağlayan bu kan değil yalnız, annem biz birbirimize kalanız…” Hala daha bu şarkıyı gözaşlarına hakim ol(a)madan dinleyenlerdenim… Bazı duygular hiç eskimez tıpkı bu şarkı gibi…

          Ben artık inanıyorum, bizi yeryüzünde sevdiklerimize bağlayan görünmez bağlar var. Zaman, mekan, uzaklık, yakınlık gözetmeyen bağlar… Aşk, muhabbet, özlem, tutku barındıran bağlar… Bazende olacakları önceden kestiren, engel olunamayan, acıtan bağlar… Nerde ne zaman sizi bulacağı bilin(e)meyen bağlar… Hem ağlatan hem güldüren bağlar…

         6.his diyor bazıları, elektrik diyenlerde var ben bağ diyengillerdenim…

         Almanyada’da yaşıyorum… Burada devam edeceğim hayatımın geri kalanına, memnunum. Dahası mutluyum… İnsan her yerde yaşayabilir, yaşayamaz diyen yalan söylemiş... İnsan sevdiklerinin kalbinden sürgün olmasın yeter ki… Yanı başındayken uzakta olmasın sevdiklerinden.. Yoksa aramıza dağlar denizler girmiş çok mu? Bu yaban elde her şey var desem mübalağa etmiş olmam her halde… Bir anamsa zaar bulunmayan… Anne… Ana… Ne farkeder ki nasıl çağırdığım o benim bağım, gözüm, nurum, yaşama tutunabilmemin ilk sebebi…

         Dün geceydi, uykum yoktu, kaçmıştı, gök gürlüyor ve yağmurdan sağanaklar yeryüzünü suluyordu… Uyuyamadım, ne tarafı olduğunu bilemediğim içimin bir tarafı sızlıyordu… Sonra uyumuşum… Sonra uyanmışım… Dilimde tekrarlanan bir kelime… Anneciğim, anneciğim ve yağmura eşlik eden gözler… Böyle ne kadar sürdü bilmiyorum.. Bir çift kol,bir çift el, bana şefkatle bakan bir çift göz ne kadar sürede beni teskin etti bilmiyorum, hatırlamıyorum… Yorgun bir sabaha uyandım, hiç dinlenmemiş gibi bedenim, gözlerim ve içimde bir sancı, adı annem… Annem benim bağım, annem benim anlamım, çocukluğum, gençkızlığım, umudum…


         Ne yapmalı konuşmalıydım annemle… Sesini bi duysam rahatlayacağım, sesini bi duysam içime serin sular serpilecek… Mesafe olarak hiç bu kadar uzaklaşmamıştık.. Ben Almanya o İstanbuldayken daha huzurluydum.. Bi 700 km ekleyip Kayseri’ye gidince aramızdaki en yapay bağ ineternette kopunca günlerdir konuşamaz olmuştuk… Bir yolunu buldum ve ulaştım… Evet o ses hala oradaydı… Kim demişti? “Sevdiklerimizin hayatta olması hediyedir…” Aman Allahım ne hediyeymiş.. Ne kıymetliymiş… Ne bulunmazmış… Şu hayatta kaç ses var ki duyduğumuzda hala kan pompalayan o organımızın tik taklarının arttığı? Kaç ses var ki hala heyecanlandığımız?

        O ses oradaydı, yaşıyordu, Hamdolsun… Velakin hastaymış gün boyu, gece kusmuş, tansiyonu fırlamış… Hastaneye götürmüşler… Zaar o saatlerdi ya annecim diye inlediğim… Zaar o saatlerdi mengenede sıkıştığım anlar…

      ‘Anne, annem sen üzülme, sözlerin hep yüreğimde…’

       Bağ dedim ya size, hep bi bahane bulurdum, inandım desem de inanmazdım… Akli olmalıydım ya… Velakin bu aşki bir şeymiş, bende inandım artık… Hatta bana kalırsa ötelerden biz dünyalıkları teselli etmek için verilmiş bir hediye olmalı bu bağ meselesi…

         Annem, bağım… Bugün hep seni düşündüm… Anılar geçti zihnimden… Bitmeyen çay sohbetlerimiz, kahvaltılarımız, hiç konuşmadan bakışmalarımız, sağlıklı yaşama çabalarımız, birlikte temizlik yapmalarımız… Seni mutlu etmeye çalışmak en büyük emellerindendi… Hala daha öyle.. Ne kadarını başarabildim bilmiyorum.. Annem hala bu hayattaki en büyük hediyem… Seçme şansı verselerdi ve prospektüslü anneler koysalardı önüme ben gene seni seçerdim, iyi niyet timsali kalbini seçerdim… Çünkü ben yaşadığım şu hayatta senin kadar güzel kalplisini hiç görmedim… Karşılıksız sevmenin ne demek olduğunu ben senden öğrendim… Toplamanın, birleştirici, barıştırıcı, uzlaştırıcı olmanın ne demek olduğunu ilk sende bildim ben… Bildim ve okuduğum her şey bir anda buhar oluverdi… Yaşanmışı dururken teorisi yavan kalıyordu çünkü….

        “Annem, annem gel üzülme bu gönül hala dizlerinde…” Beni gurbete gelin ederken kalbinin bir parçası hiç geri gelmeyecek şekilde koptu… Ya kopmazsa diye korkmuştum… ‘Sevmek her zaman daha garantidir, insan ne kadar sevdiğini bilir ama ne kadar sevildiğinden emin olamaz…’ Bende emin olamıyordum bazen, bakışı yamuk olan bendim işte… Gizli bir sevinçti benimkisi. Biliyorum bencilce… Kızmayın bana ne olur, annem hiç kızmadı bana… Çünkü gerçek sevmek bağ kurmaktır bunu annem öğretti… Örgü saçlarıyla, defterinin arasında temiz mendiliyle ansızın okuldan alınan ve okumayı çok seven annem öğretti… Hayat okuyucu uzmanı annem öğretti… Bağ kurmak, sevdiğini sarmak, sarmalamak, her koşulda sevmek dahası karşılık beklemeden sevmek, karşındakinin atacağı adımı öngörmeden sevmek…

        Dün geceydi, gök gürlüyor, gökyüzü ağlıyordu… Yanımdaki güçlü kollar olmasa, o sıcak nefes havaya salınmasa bende korkacaktım, korkmadım ama uyuyamadım da… Bağım alarmdaydı… Nedensiz bir ok gibi saplanmıştı içime… Anneciğim, anneciğim….

       ‘Uzayan sohbet gecelerinde, rolleri unutur dost oluruz, bizi bağlayan bu kan değil yalnız, annem biz birbirmize kalanız..."

                                                                                                                                 Essen/Almanya























15 Temmuz 2015 Çarşamba


KEŞKELERE DAİR KEŞKE

Öyle bir an gelir ki yazmamak için direnseniz hatta kendi kendinize bir sürü bahane uydursanız da artık kurtuluş yoktur, hiç bir yere kaçamazsınız, yazmaktan başka çareniz yoktur. Yazmak bir tutkudur hem de bu hayattaki karşılığı olmayan tutkulardan bir tanesi…  Tutku tutuklardı değil mi? Ne önemi var ki bir kez kollarına düşmek istesin insan… Kaçıp kurtulmak mümkün mü? Hem kaçmak isteyen kim? Toprağı arındıran bir Nisan yağmuru gibi, kalbe düşen ilk kıvılcım gibi…    Bir kez inansın insan, bir kez muhabbet bahçesinden toprak çalsın insan... Çalmak kötüydü değil mi? Bize öyle öğrettiler… Anlamam zaman aldı ama bazen insan muhabbet çiçekleri yetiştirmek için Âdem’in cennetinden toprak çalmalıymış… Âdem’in günahı yasak elmadan yemekse bizimkisi toprak çalmak olsun... Herkesin günahı aynı olacak değil ya!!!. Hem belki o zaman Adem’in yediği elmayı da yeniden yeşertebiliriz.? Kim bilebilir ki? Dur ilahiyatçı! Stop! Âdem elma mı yedi sanki nereden bildin? Çalmak mı dedin? Ne oluyor sana, haydi aklını kullansana… Hayır,  bugün aklımla değil kalbimle yazmak istiyorum… Âdem bilse başını gelecekleri yer miydi o elmayı?  Yerdi… Af kapısına sığınmak için bile olsa o elmadan yerdi… Yemesi lazımdı… Âdem o elmayı yemeseydi nice olurdu halimiz?
İnsan aklileştikçe duygulardan azade olurmuş…  Aklileşmek hem iyiymiş hem de kötüymüş…  Mekanik bir dünyaya doğru giderken insan düşünmeden edemiyor. Kâinatı düşünüyorum son zamanlarda, en çokta çiçekleri… Evimde beslemeye çalıştığım için belki, en çok menekşeleri ve orkideleri düşünüyorum… Günden güne çiçekleri solan, dökülmeye doğru giden menekşelerimle her gün yeni yaprak açan orkidelerim… Bir tarafta ölüm bir tarafta yaşam… Tıpkı hayat gibi.. Anlamadan geçiyor ya seneler? Doğumlara, şenlik içinde geçen yaşamlara şaşırmıyoruz da birisi öldüğünde fazlaca hayretler içinde kalıyoruz… Ölüme hala alışamadık, aslında alışmak içinde fazlaca bir şeyde yapmadık…  Ölüm hala soğuk, ölüm hala uzak…  Keşkelerimiz gibi… Keşkelerimizide ölüme benzetiyorum.. Hala keşkelerimiz en büyük üzüntü sebeplerimizden, hala keşkelerimizle dost olamadık, onları olduğu yerde, olduğu şekilde kabul edemedik.  Keşkelere dair keşkeler, kendi içinde çelişik gibi görünse de insanoğlunun en büyük kavgalarından birisi keşkeleriyle barış(a)mamak. Barış(a)m(a)yınca hayatı kendi kendimize zehir ediyoruz, kendi kendimize yaşanmaz kılıyoruz ömrümüzü… Nasıl mı oluyor? Buyurun, anlatayım…
Hikâyeyi başa sarmamız gerekiyor sanırım. Hikâye insanın bin bir türlü süreçlerden geçerek yaratılmasından başlıyor. Çamurlu su mu dersin balçık mı dersin sade su mu dersin hangi birinden bahsedeyim, buna benzer başka bir sürü şey… Birçok yerde ayrıntı vermeyen Kur’an insanın yaratılış süreciyle ilgili böyle ince ayrıntı vermesi düşünülesi… Nasıl ki insanın yoğurduğu hamurun biri diğeriyle aynı değilse hepimizin hamuru da başka başka...  Kiminin suyu fazla, kiminin çamuru, kiminin balçığı… Balçık gerçekten bizim bildiğimiz balçık mı ya da çamur gerçekten bizim zannettiğimiz gibi çirkef bir şey mi? Sorulmaya değer buluyorum…
Bize kalsaydı her hamuru hep aynı kıvamda yoğurmak isterdik. Tadı hep o alıştığımız tat olsun isterdik… Velâkin Tanrı öyle dilemedi… Tanrı öyle murâd etmedi… Biz bilmedik ama Tanrı bizim tarafımızı tuttu… Düşünsenize bizim hamurumuzdan olsaydı herkes nasıl olurdu? Bazen kendi kendimize bu kadar zor tahammül ederken bizden onlarcasına, yüzlercesine, milyonlarcasına nasıl tahammül edecektik? Kendi içimizden geçenlerin onlarında içinden geçtiğini görünce tiksinmeyecek miydik? İçimizden geçenler vardı bir de değil mi? Neyse bu başka yazının konusu… İşte Tanrı böyle istemedi, iyi ki de istemedi… Hikâye burada başlıyor dedik ya zannımca insanın keşkelerinden ilki hamuruna dair… Hamurundan seçemediklerine dair...  Seçemediğimizi zannettiklerimiz için keşkelerimiz artıyor… En çok buna yıpranıyoruz ya… İşin tuhaf tarafı insan bunu çok iyi bilir ama bir türlü itiraf edemez... Kıskançlığın temelinde yatan sebeplerden birisidir hamurunu beğenmeyiş… Zannederiz ki onun bir tür toprağı daha fazla olduğu için bu kadar iyi ve ahlaklı… Onun suyu daha fazla olduğu için bu kadar geçirgen, bu kadar saf, bu kadar temiz…  Bir başkasının toprağı bol olduğu için daha zengin… Bir diğerinin toprağı daha kaliteli olduğu için bu kadar güzel…  Ve başlarız hayıflanmaya. Benim toprağım neden böyle? Balçığım mı fazla sanki? Çamurumun ölçüsünü mü kaçırdı melekler? Neden ben, neden? … Değiştiremediğimiz her şeyin baş sorumlusu hamurumuzdur, dilimiz varsa Tanrı’nın bizi yaratırken ayrımcılık yaptığını bile söyleyeceğiz!!… Bunu diyemiyoruz ya bari melekleri suçlayalım istiyoruz... Sonra onların emre amade oldukları gerçeğine tosluyoruz…
 Hayattaki ilk kabullenişimiz hamurumuza dair olmalı… Hamurumuz ne kötü karıldı ne de Tanrı ayrımcılık yaptı… Esasen burada en önemli mevzu hamurumuzun hala karılıyor olduğunu farketmemiz! Her an yenilenen hücrelerimizle, yaşadıklarımızla, duyduklarımızla, gördüklerimizle ve bunlardan bize kalanla hamurumuz tekrardan yoğruluyor… Olgunluk boşuna kırkından sonra gelmiyor ya… Bu yüzden insanın hamuruna dair keşkesi üzüntü olarak hep yanına kalıyor… Sadece üzüntü olarak kalsa iyi esas hamura dair keşke kıskançlığın sebebi olarak ortaya çıkıyor…  Bir diğerinde tebrik edemediğimiz başarı, onda gördüğümüz ve dillendiremediğimiz her güzellik, bir ötekinin elinde olup da sahip olamadığımız için üzüldüğümüz her dünyalık bize keşke dedirtiyor...  Hayıflanıyoruz... İçimizden, keşke bende mezun olsam üniversiteden, onun gibi güzel saçlarım olsaydı ya, benim neden arabam yok ki… Hamurum daha başarılı karılsaydı keşke, daha zengin çamurdan yoğrulsaydım ya da…. Bu liste uzayıp gidiyor… Hâlbuki hayrın keşkelerimizden geçtiğine dair bugüne kadar bir veri bulunamadı hala, üzgünüm sizi sevindiremeyeceğim…
Keşkenin bu ilk boyutunun ya üstünü kapatıyoruz ya görmezden geliyoruz ya da onu gizli dostumuz yaparak hayatımıza devam ediyoruz… Boyuna kıskandığımız başka hayatlardan kendi hayatımızı yaşamaya fırsat bulamıyoruz… Yaşayamadığımız her anımız keşke olarak yanımıza zarar kalıyor… Ah meleklerden bir tanıdığımız olsaydı ya…! Keşkenin ikinci bir boyutu var ki bu daha tehlikeli ve en çok bunu yapıyoruz… 
Bir gün Siniotrial ile keşkelerden konuşurken, indik, indik yorulmak bilmeden, kendimizle vedalaşarak keşkenin derin dehlizlerine doğru yol aldık… Sonunda çuvaldızı kendimize batırmak pahasına kararttık gözümüzü… Herkes hayatında en az bir duygu için bir kereliğine bile olsa karartmaz mı gözünü? Bence karartır… Neden keşke der ve pişman oluruz bunun üzerinden konuştuk uzunca… Onun iznini almadım (tebessüm ) ama paylaşacağım genede. Yazıyı okurken görmüş olur, böylece konuştuklarımız da orada unutulmamış olur...
 Keşke deriz ve yaptıklarımızdan pişman oluruz… Yapmasaydım keşke, demeseydim öyle, öyle davranmasaydım böyle olmazdı… Ah daha çok çalışsaydım sınavı geçerdim… Daha çok çalışsaydım daha zengin olurdum… Hep daha daha…  Biriktirme üzerinden gerçekleşir bu keşkeler… Ya da kaybetmeler üzerinden… En çok kaybettiklerimiz için keşke deriz ve pişman oluruz… Yalan söyleriz, söylediğimiz yalan er geç ortaya çıkınca, keşke o yalanı söylemeseydim deriz. İnsanların nazarında küçük düşmüş oluruz…  Tembelliğimizden bir işi bitiremeyiz, zamanında yetiştiremeyiz, patronumuzdan azar yeriz… Keşke tembellik etmeseydik deriz, itibarımız zedelenmiştir çünkü… Keşke yardıma ihtiyacı olan arkadaşımıza o kadar yardım etmeseydik, baksana bizden daha başarılı olmuş… Keşke ona içimizden geçenleri anlatmasaydık şimdi neler düşünecek hakkımızda… Keşke o günahı işlemeseydik, cennetimiz tehlikeye girer mi acaba? Keşke dostumuzun açtığı kredileri sonuna kadar tüketmeseydik, ya bize bir daha dostluk hanesinden oda vermezse? Kaybettiklerimiz, kazanamadıklarımız hatta ve hatta ilerde kazanamayacağımız ya da kaybedeceklerimiz üzerinden bir pazarlığa gireriz… Olayın bam teli buradadır işte… Keşke demeye başladığımız an dünyalığın, bir karşılığı olanın peşine düşmüş oluruz… Yaptığımız ahlaksızlıkmış, doğru değilmiş, günahmış, hataymış umrumuzda olmaz… Yani keşke demek tövbenin önündeki en büyük engeldir… Keşke dediği zaman insan yalanına değil zedelenen itibarına üzülür… Patronundan yediği azar tembelliğinden daha çok zoruna gider… Cenneti kaybetme korkusuna keşkelenen insan günahına tövbe edemez… Dostunu tükettiği için keşke diyen insan kaybettiği dosta değil yalnız kalma korkusuna üzülüyordur…
Keşkelerimiz arttıkça Tanrının karşısına çıkamaz oluyoruz… Keşkelerimiz arttıkça kendimize bakamaz oluyoruz… Kaybettiklerimize hayıflandıkça önümüzde ki kaçırıyoruz…
Bugün bir değişiklik yapalım. İyikide yaşamışım bir daha asla üzmeyeceğim onu diyelim… İyi ki de o hatayı yapmışım yoksa nasıl büyüyecektim, bu kadarla kurtuldum, hamdolsun diyelim… Yaptığımıza, hatamıza odaklanalım ve ona tövbe edelim…  Haydi, bugün keşkelerimize keşke diyelim ama bir fark olsun, Tanrının karşısına çıkabilecek bir yüzümüz kalsın, bakışlarında erdem saklı…
                                                                                                      11 Temmuz 2015 / Essen                                                                                                                                                                                                                        


3 Temmuz 2015 Cuma

 TAM OLMAKLIK CENNETTE

Hiç vazgeçemedim bu şarkıdan çok kere eşliğinde yazı yazdım bu seferde değişmedi... https://www.youtube.com/watch?v=rM-Msnylawc

        Gönlüm hep yarım tam olmaklık cennette... Bu cümleyi yazmakta yaşamakta zormuş şimdi anladım. Şimdi anladım gerçekten yaşarken yazmanın bu denli zor olduğunu.. Şimdi anladım yaşamanın kendine özgül bir ağırlığı olduğunu ve herkesin kadrince, miktarınca kaldırabildiğini.Yaşadıktan sonra hoş bir sada kalabilmesi için insanın yaşarken kendini bir adım geriye çekmesi lazımmış... Bir adım geri onlarca adım ileri demekmiş esasında... Hatta son tahlide öyle zamanlar var ki durmak ileriye gitmekten daha çok yoğururmuş insanı... Nasıl mı? Anlatayım, buyrun dinleyin...

    Gönlüm hep yarım tam olmaklık cennette, bu cümleyi müstesna bir yere kaldırın çünkü her şey bu cümlenin farkına varmamla başlamış ama haberim olmamış... Anlamam senelerime maloldu... Farkına vardığımı anlamam için bile senelere ihtiyacım varmış... Gerisini varın siz düşünün... Değdi mi? Değmemesi mümkün mü? Düşünüyorumda kaç bi onlarca senemiz farkına varmadan geçiyor? Sol yanında yürüdüğümüz ağaç kaç bahar çiçek veriyor ve biz hissetmiyoruz... O çiçek boşuna açmadı ya orada, kuşlar boşuna en çok seher vaktinde ötmüyor ya? Belkide kuşlar günün her vakti ötüyor ama biz duymuyoruz. He birde şehrin gürültüsü vardı değil mi?  

     Hayatım koşturmaca ile geçti, durduğum olmadı, duramazdım, bir yangın vardı ben ki topal bir karıncaydım. Nasıl durabilirdim? Hayatım acele ile geçti. Bunca acelede ecelin beni nasıl olupta hala bulmadığına hayret ediyorum... Hızlı yaşayanlar hızlı yaşlanırlar, hızlı ölürler, hızlada unutulurlarmış... Bende o sona doğru gidiyordum, eğer ecel beni bu acelede bulmadıysa belli ki öğreneceğim varmış... Hızlı yedim, hızlı yürüdüm, hızlı yazdım satırları, hızlı konuştum... Bir acelede hallettim her şeyimi, saniyeleri bekleyemezken hayat beni senelerce bekletti... Bir  mahpusun gökyüzüne bakmayı beklemesi gibi bekledim bir çift göze hasret... Hızla tükettim duyguları, umutsuz sevdaların hayaliyle yandım tutuştum, yağmuruyla yürüdüğüm asfaltlar, acı dolu tüm sokaklar bile dindirmedi şakaklarımdaki sancıyı.. Hızla yaşayan hızla ölürmüş, henüz ölmedim demek ki bende yavaşlamayı öğrendim... Öğrendikçe alışırmış insan...

   Öğrendim her kalbe dokunanın ses vermediğini, öğrendim insanı en çok yanıltanın kalp aynı anda en çok isabet etireninde kalp olduğunu... Hızla yaşayan kalpler en çok yanılır, yavaşlayan, hayatı özümseyen kalpler en çok isabet edermiş...  İsabet etmeyi bende öğrendim ki yolun çok başındayım, hayatımın geri kalanı için uzunca bir yavaşlama planı hazırlamak isteğindeyim... Yavaşlamak, etrafımdaki, sağımdaki, solumdaki, içimdeki kalplerin farkına vararak yaşamak..."Gözbebeğimin' farkına vararak, onu duyumsayarak bir ömrü nihayete erdirmek...

    Seçimlerimiz belki kaderimiz adına her ne derseniz deyin işte o bizi bir yere doğru sürüklüyor. Ne kadarının elimizde olduğunun cevabınıda kalbiniz versin... Ama öyle ama böyle yaşıyoruz işte... Yaşıyorum işte. Yaşamak ayırdına zor varılacak bir şey.. Tamam tamam hemen kızmayın, sen nerden biliyorsun daha dün koşturuyordun azıcık yavaşladın diye hemen edebiyatını yapıyorsun diyeceksiniz bana, doğrudur.. Yavaşlamayı yeni öğreniyorum ben ama unuttuğunuz bir şey var ben hiç bir şeyi heyecansız yaşayamam. Heyecan yoksa bilin ki ben öldüm. Edebiyatsızda yapamadım hiç bir zaman, küçük bir çocukkende şimdi de yapamayacağımıda biliyorum.. Seneler süren sessizliğim, durmuşluğum, yazmayışım yavaşlamayı öğrenmek içindi... Tam bir tarih veremeyeceğim ama yazıpta sahibine ulaştırmadığım mektup üzerinden seneler geçti, 'Böcekistan' bana bunun için çok kızsada bir gün bu satırları yazan kalbin mektuplarada barışacağını biliyorum...

     Bir ara 2013 sularında yazmaya geri dönmek için bazı adımlarım olsada hiç biri gerçek bir adıma dönüşmedi, dönüşemedi... Yavaşlamam gerektiğini anlamıştım ama sahnede yardımcı oyuncular henüz yoktu...  Şimdi çok uzak bir ülkenin bir şehrinde, bir mutfağı bir salonu bir uyuma odasından ibaret bir evde, pencere önündeki menekşelerimle, köşedeki orkidemle, masamın üzerindeki vuslat güllerimle, kuşları üzerinde, kurumuş gelin çiçeğimle baş başayız... Arka penceremden alabildiğine yeşillikle tabiata selam veriyorum her sabah...
    Açık perdelerimle yalnızlığa, gurbete, hasrete, ana babaya, dosta mersiyeler okumanın tam zamanı şimdi.. Beni seven yiğidim, evimin direğiyle yeni bir hayatın içinde yedi ayı devirmenin sarhoşluğundayım... Son ayrıldığımızda annem, bu zamana kadar gittim deme asıl şimdi gittim de demişti, haklıymış... Gözyaşlarını içine ve dahi dayanamayıp yanaklarına akıtan gönlü pak anamdan ayrılmak bir şehri terketmekten bile zormuş... Bir şehri terkedersiniz karşınıza başka bir şehir çıkar, bir gönlü terketmeyin yeter ki...  Burada, trafiğin olmadığı, gökyüzünü daha çok gördüğüm, çevremde yavaşlıklarıyla beni kendilerine hayran bırakan yeni ailemle, hayatı hazmede hazmede yaşayan eşimle mutluyum... Mutluluktan ne anladığınız sizin bileceğiniz iş ama benim için yavaşlamakmış...  Şimdi bu yazının başına dönersek gönlüm hep yarımı daha fazla anlatmama lüzum var mı?

    Gönlüm hep yarım, tam olamayacağını artık anladım.. Tamamlamaya çalışmayı bir kenara bırakıyorum... Tam olmaklık cennette.. Şimdi yaşama ve yazma zamanı...


                                                                                                         3 Temuz 2015 / Essen
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 

9 Mayıs 2015 Cumartesi


NE İÇİN?

Kalbe dokunan ses verdiği için...
Yürünebilecek yollar bittiği için...
Sesime yankı bulmak için...
Kelimelerin kalbine dokunmak için...
Hayatın gözesinde kaybolmamak için...
Nerdesin denildiğinde, buradayım demek için..
İnziva vakti bittiği için...
Kendi kendimden usandığım için...
Değil, değil sadece bu hayata küçücük bir iz bırakmak için,
Çünkü herkes iz bırakmak ister, bir papatya bile...