15 Temmuz 2015 Çarşamba


KEŞKELERE DAİR KEŞKE

Öyle bir an gelir ki yazmamak için direnseniz hatta kendi kendinize bir sürü bahane uydursanız da artık kurtuluş yoktur, hiç bir yere kaçamazsınız, yazmaktan başka çareniz yoktur. Yazmak bir tutkudur hem de bu hayattaki karşılığı olmayan tutkulardan bir tanesi…  Tutku tutuklardı değil mi? Ne önemi var ki bir kez kollarına düşmek istesin insan… Kaçıp kurtulmak mümkün mü? Hem kaçmak isteyen kim? Toprağı arındıran bir Nisan yağmuru gibi, kalbe düşen ilk kıvılcım gibi…    Bir kez inansın insan, bir kez muhabbet bahçesinden toprak çalsın insan... Çalmak kötüydü değil mi? Bize öyle öğrettiler… Anlamam zaman aldı ama bazen insan muhabbet çiçekleri yetiştirmek için Âdem’in cennetinden toprak çalmalıymış… Âdem’in günahı yasak elmadan yemekse bizimkisi toprak çalmak olsun... Herkesin günahı aynı olacak değil ya!!!. Hem belki o zaman Adem’in yediği elmayı da yeniden yeşertebiliriz.? Kim bilebilir ki? Dur ilahiyatçı! Stop! Âdem elma mı yedi sanki nereden bildin? Çalmak mı dedin? Ne oluyor sana, haydi aklını kullansana… Hayır,  bugün aklımla değil kalbimle yazmak istiyorum… Âdem bilse başını gelecekleri yer miydi o elmayı?  Yerdi… Af kapısına sığınmak için bile olsa o elmadan yerdi… Yemesi lazımdı… Âdem o elmayı yemeseydi nice olurdu halimiz?
İnsan aklileştikçe duygulardan azade olurmuş…  Aklileşmek hem iyiymiş hem de kötüymüş…  Mekanik bir dünyaya doğru giderken insan düşünmeden edemiyor. Kâinatı düşünüyorum son zamanlarda, en çokta çiçekleri… Evimde beslemeye çalıştığım için belki, en çok menekşeleri ve orkideleri düşünüyorum… Günden güne çiçekleri solan, dökülmeye doğru giden menekşelerimle her gün yeni yaprak açan orkidelerim… Bir tarafta ölüm bir tarafta yaşam… Tıpkı hayat gibi.. Anlamadan geçiyor ya seneler? Doğumlara, şenlik içinde geçen yaşamlara şaşırmıyoruz da birisi öldüğünde fazlaca hayretler içinde kalıyoruz… Ölüme hala alışamadık, aslında alışmak içinde fazlaca bir şeyde yapmadık…  Ölüm hala soğuk, ölüm hala uzak…  Keşkelerimiz gibi… Keşkelerimizide ölüme benzetiyorum.. Hala keşkelerimiz en büyük üzüntü sebeplerimizden, hala keşkelerimizle dost olamadık, onları olduğu yerde, olduğu şekilde kabul edemedik.  Keşkelere dair keşkeler, kendi içinde çelişik gibi görünse de insanoğlunun en büyük kavgalarından birisi keşkeleriyle barış(a)mamak. Barış(a)m(a)yınca hayatı kendi kendimize zehir ediyoruz, kendi kendimize yaşanmaz kılıyoruz ömrümüzü… Nasıl mı oluyor? Buyurun, anlatayım…
Hikâyeyi başa sarmamız gerekiyor sanırım. Hikâye insanın bin bir türlü süreçlerden geçerek yaratılmasından başlıyor. Çamurlu su mu dersin balçık mı dersin sade su mu dersin hangi birinden bahsedeyim, buna benzer başka bir sürü şey… Birçok yerde ayrıntı vermeyen Kur’an insanın yaratılış süreciyle ilgili böyle ince ayrıntı vermesi düşünülesi… Nasıl ki insanın yoğurduğu hamurun biri diğeriyle aynı değilse hepimizin hamuru da başka başka...  Kiminin suyu fazla, kiminin çamuru, kiminin balçığı… Balçık gerçekten bizim bildiğimiz balçık mı ya da çamur gerçekten bizim zannettiğimiz gibi çirkef bir şey mi? Sorulmaya değer buluyorum…
Bize kalsaydı her hamuru hep aynı kıvamda yoğurmak isterdik. Tadı hep o alıştığımız tat olsun isterdik… Velâkin Tanrı öyle dilemedi… Tanrı öyle murâd etmedi… Biz bilmedik ama Tanrı bizim tarafımızı tuttu… Düşünsenize bizim hamurumuzdan olsaydı herkes nasıl olurdu? Bazen kendi kendimize bu kadar zor tahammül ederken bizden onlarcasına, yüzlercesine, milyonlarcasına nasıl tahammül edecektik? Kendi içimizden geçenlerin onlarında içinden geçtiğini görünce tiksinmeyecek miydik? İçimizden geçenler vardı bir de değil mi? Neyse bu başka yazının konusu… İşte Tanrı böyle istemedi, iyi ki de istemedi… Hikâye burada başlıyor dedik ya zannımca insanın keşkelerinden ilki hamuruna dair… Hamurundan seçemediklerine dair...  Seçemediğimizi zannettiklerimiz için keşkelerimiz artıyor… En çok buna yıpranıyoruz ya… İşin tuhaf tarafı insan bunu çok iyi bilir ama bir türlü itiraf edemez... Kıskançlığın temelinde yatan sebeplerden birisidir hamurunu beğenmeyiş… Zannederiz ki onun bir tür toprağı daha fazla olduğu için bu kadar iyi ve ahlaklı… Onun suyu daha fazla olduğu için bu kadar geçirgen, bu kadar saf, bu kadar temiz…  Bir başkasının toprağı bol olduğu için daha zengin… Bir diğerinin toprağı daha kaliteli olduğu için bu kadar güzel…  Ve başlarız hayıflanmaya. Benim toprağım neden böyle? Balçığım mı fazla sanki? Çamurumun ölçüsünü mü kaçırdı melekler? Neden ben, neden? … Değiştiremediğimiz her şeyin baş sorumlusu hamurumuzdur, dilimiz varsa Tanrı’nın bizi yaratırken ayrımcılık yaptığını bile söyleyeceğiz!!… Bunu diyemiyoruz ya bari melekleri suçlayalım istiyoruz... Sonra onların emre amade oldukları gerçeğine tosluyoruz…
 Hayattaki ilk kabullenişimiz hamurumuza dair olmalı… Hamurumuz ne kötü karıldı ne de Tanrı ayrımcılık yaptı… Esasen burada en önemli mevzu hamurumuzun hala karılıyor olduğunu farketmemiz! Her an yenilenen hücrelerimizle, yaşadıklarımızla, duyduklarımızla, gördüklerimizle ve bunlardan bize kalanla hamurumuz tekrardan yoğruluyor… Olgunluk boşuna kırkından sonra gelmiyor ya… Bu yüzden insanın hamuruna dair keşkesi üzüntü olarak hep yanına kalıyor… Sadece üzüntü olarak kalsa iyi esas hamura dair keşke kıskançlığın sebebi olarak ortaya çıkıyor…  Bir diğerinde tebrik edemediğimiz başarı, onda gördüğümüz ve dillendiremediğimiz her güzellik, bir ötekinin elinde olup da sahip olamadığımız için üzüldüğümüz her dünyalık bize keşke dedirtiyor...  Hayıflanıyoruz... İçimizden, keşke bende mezun olsam üniversiteden, onun gibi güzel saçlarım olsaydı ya, benim neden arabam yok ki… Hamurum daha başarılı karılsaydı keşke, daha zengin çamurdan yoğrulsaydım ya da…. Bu liste uzayıp gidiyor… Hâlbuki hayrın keşkelerimizden geçtiğine dair bugüne kadar bir veri bulunamadı hala, üzgünüm sizi sevindiremeyeceğim…
Keşkenin bu ilk boyutunun ya üstünü kapatıyoruz ya görmezden geliyoruz ya da onu gizli dostumuz yaparak hayatımıza devam ediyoruz… Boyuna kıskandığımız başka hayatlardan kendi hayatımızı yaşamaya fırsat bulamıyoruz… Yaşayamadığımız her anımız keşke olarak yanımıza zarar kalıyor… Ah meleklerden bir tanıdığımız olsaydı ya…! Keşkenin ikinci bir boyutu var ki bu daha tehlikeli ve en çok bunu yapıyoruz… 
Bir gün Siniotrial ile keşkelerden konuşurken, indik, indik yorulmak bilmeden, kendimizle vedalaşarak keşkenin derin dehlizlerine doğru yol aldık… Sonunda çuvaldızı kendimize batırmak pahasına kararttık gözümüzü… Herkes hayatında en az bir duygu için bir kereliğine bile olsa karartmaz mı gözünü? Bence karartır… Neden keşke der ve pişman oluruz bunun üzerinden konuştuk uzunca… Onun iznini almadım (tebessüm ) ama paylaşacağım genede. Yazıyı okurken görmüş olur, böylece konuştuklarımız da orada unutulmamış olur...
 Keşke deriz ve yaptıklarımızdan pişman oluruz… Yapmasaydım keşke, demeseydim öyle, öyle davranmasaydım böyle olmazdı… Ah daha çok çalışsaydım sınavı geçerdim… Daha çok çalışsaydım daha zengin olurdum… Hep daha daha…  Biriktirme üzerinden gerçekleşir bu keşkeler… Ya da kaybetmeler üzerinden… En çok kaybettiklerimiz için keşke deriz ve pişman oluruz… Yalan söyleriz, söylediğimiz yalan er geç ortaya çıkınca, keşke o yalanı söylemeseydim deriz. İnsanların nazarında küçük düşmüş oluruz…  Tembelliğimizden bir işi bitiremeyiz, zamanında yetiştiremeyiz, patronumuzdan azar yeriz… Keşke tembellik etmeseydik deriz, itibarımız zedelenmiştir çünkü… Keşke yardıma ihtiyacı olan arkadaşımıza o kadar yardım etmeseydik, baksana bizden daha başarılı olmuş… Keşke ona içimizden geçenleri anlatmasaydık şimdi neler düşünecek hakkımızda… Keşke o günahı işlemeseydik, cennetimiz tehlikeye girer mi acaba? Keşke dostumuzun açtığı kredileri sonuna kadar tüketmeseydik, ya bize bir daha dostluk hanesinden oda vermezse? Kaybettiklerimiz, kazanamadıklarımız hatta ve hatta ilerde kazanamayacağımız ya da kaybedeceklerimiz üzerinden bir pazarlığa gireriz… Olayın bam teli buradadır işte… Keşke demeye başladığımız an dünyalığın, bir karşılığı olanın peşine düşmüş oluruz… Yaptığımız ahlaksızlıkmış, doğru değilmiş, günahmış, hataymış umrumuzda olmaz… Yani keşke demek tövbenin önündeki en büyük engeldir… Keşke dediği zaman insan yalanına değil zedelenen itibarına üzülür… Patronundan yediği azar tembelliğinden daha çok zoruna gider… Cenneti kaybetme korkusuna keşkelenen insan günahına tövbe edemez… Dostunu tükettiği için keşke diyen insan kaybettiği dosta değil yalnız kalma korkusuna üzülüyordur…
Keşkelerimiz arttıkça Tanrının karşısına çıkamaz oluyoruz… Keşkelerimiz arttıkça kendimize bakamaz oluyoruz… Kaybettiklerimize hayıflandıkça önümüzde ki kaçırıyoruz…
Bugün bir değişiklik yapalım. İyikide yaşamışım bir daha asla üzmeyeceğim onu diyelim… İyi ki de o hatayı yapmışım yoksa nasıl büyüyecektim, bu kadarla kurtuldum, hamdolsun diyelim… Yaptığımıza, hatamıza odaklanalım ve ona tövbe edelim…  Haydi, bugün keşkelerimize keşke diyelim ama bir fark olsun, Tanrının karşısına çıkabilecek bir yüzümüz kalsın, bakışlarında erdem saklı…
                                                                                                      11 Temmuz 2015 / Essen                                                                                                                                                                                                                        


3 Temmuz 2015 Cuma

 TAM OLMAKLIK CENNETTE

Hiç vazgeçemedim bu şarkıdan çok kere eşliğinde yazı yazdım bu seferde değişmedi... https://www.youtube.com/watch?v=rM-Msnylawc

        Gönlüm hep yarım tam olmaklık cennette... Bu cümleyi yazmakta yaşamakta zormuş şimdi anladım. Şimdi anladım gerçekten yaşarken yazmanın bu denli zor olduğunu.. Şimdi anladım yaşamanın kendine özgül bir ağırlığı olduğunu ve herkesin kadrince, miktarınca kaldırabildiğini.Yaşadıktan sonra hoş bir sada kalabilmesi için insanın yaşarken kendini bir adım geriye çekmesi lazımmış... Bir adım geri onlarca adım ileri demekmiş esasında... Hatta son tahlide öyle zamanlar var ki durmak ileriye gitmekten daha çok yoğururmuş insanı... Nasıl mı? Anlatayım, buyrun dinleyin...

    Gönlüm hep yarım tam olmaklık cennette, bu cümleyi müstesna bir yere kaldırın çünkü her şey bu cümlenin farkına varmamla başlamış ama haberim olmamış... Anlamam senelerime maloldu... Farkına vardığımı anlamam için bile senelere ihtiyacım varmış... Gerisini varın siz düşünün... Değdi mi? Değmemesi mümkün mü? Düşünüyorumda kaç bi onlarca senemiz farkına varmadan geçiyor? Sol yanında yürüdüğümüz ağaç kaç bahar çiçek veriyor ve biz hissetmiyoruz... O çiçek boşuna açmadı ya orada, kuşlar boşuna en çok seher vaktinde ötmüyor ya? Belkide kuşlar günün her vakti ötüyor ama biz duymuyoruz. He birde şehrin gürültüsü vardı değil mi?  

     Hayatım koşturmaca ile geçti, durduğum olmadı, duramazdım, bir yangın vardı ben ki topal bir karıncaydım. Nasıl durabilirdim? Hayatım acele ile geçti. Bunca acelede ecelin beni nasıl olupta hala bulmadığına hayret ediyorum... Hızlı yaşayanlar hızlı yaşlanırlar, hızlı ölürler, hızlada unutulurlarmış... Bende o sona doğru gidiyordum, eğer ecel beni bu acelede bulmadıysa belli ki öğreneceğim varmış... Hızlı yedim, hızlı yürüdüm, hızlı yazdım satırları, hızlı konuştum... Bir acelede hallettim her şeyimi, saniyeleri bekleyemezken hayat beni senelerce bekletti... Bir  mahpusun gökyüzüne bakmayı beklemesi gibi bekledim bir çift göze hasret... Hızla tükettim duyguları, umutsuz sevdaların hayaliyle yandım tutuştum, yağmuruyla yürüdüğüm asfaltlar, acı dolu tüm sokaklar bile dindirmedi şakaklarımdaki sancıyı.. Hızla yaşayan hızla ölürmüş, henüz ölmedim demek ki bende yavaşlamayı öğrendim... Öğrendikçe alışırmış insan...

   Öğrendim her kalbe dokunanın ses vermediğini, öğrendim insanı en çok yanıltanın kalp aynı anda en çok isabet etireninde kalp olduğunu... Hızla yaşayan kalpler en çok yanılır, yavaşlayan, hayatı özümseyen kalpler en çok isabet edermiş...  İsabet etmeyi bende öğrendim ki yolun çok başındayım, hayatımın geri kalanı için uzunca bir yavaşlama planı hazırlamak isteğindeyim... Yavaşlamak, etrafımdaki, sağımdaki, solumdaki, içimdeki kalplerin farkına vararak yaşamak..."Gözbebeğimin' farkına vararak, onu duyumsayarak bir ömrü nihayete erdirmek...

    Seçimlerimiz belki kaderimiz adına her ne derseniz deyin işte o bizi bir yere doğru sürüklüyor. Ne kadarının elimizde olduğunun cevabınıda kalbiniz versin... Ama öyle ama böyle yaşıyoruz işte... Yaşıyorum işte. Yaşamak ayırdına zor varılacak bir şey.. Tamam tamam hemen kızmayın, sen nerden biliyorsun daha dün koşturuyordun azıcık yavaşladın diye hemen edebiyatını yapıyorsun diyeceksiniz bana, doğrudur.. Yavaşlamayı yeni öğreniyorum ben ama unuttuğunuz bir şey var ben hiç bir şeyi heyecansız yaşayamam. Heyecan yoksa bilin ki ben öldüm. Edebiyatsızda yapamadım hiç bir zaman, küçük bir çocukkende şimdi de yapamayacağımıda biliyorum.. Seneler süren sessizliğim, durmuşluğum, yazmayışım yavaşlamayı öğrenmek içindi... Tam bir tarih veremeyeceğim ama yazıpta sahibine ulaştırmadığım mektup üzerinden seneler geçti, 'Böcekistan' bana bunun için çok kızsada bir gün bu satırları yazan kalbin mektuplarada barışacağını biliyorum...

     Bir ara 2013 sularında yazmaya geri dönmek için bazı adımlarım olsada hiç biri gerçek bir adıma dönüşmedi, dönüşemedi... Yavaşlamam gerektiğini anlamıştım ama sahnede yardımcı oyuncular henüz yoktu...  Şimdi çok uzak bir ülkenin bir şehrinde, bir mutfağı bir salonu bir uyuma odasından ibaret bir evde, pencere önündeki menekşelerimle, köşedeki orkidemle, masamın üzerindeki vuslat güllerimle, kuşları üzerinde, kurumuş gelin çiçeğimle baş başayız... Arka penceremden alabildiğine yeşillikle tabiata selam veriyorum her sabah...
    Açık perdelerimle yalnızlığa, gurbete, hasrete, ana babaya, dosta mersiyeler okumanın tam zamanı şimdi.. Beni seven yiğidim, evimin direğiyle yeni bir hayatın içinde yedi ayı devirmenin sarhoşluğundayım... Son ayrıldığımızda annem, bu zamana kadar gittim deme asıl şimdi gittim de demişti, haklıymış... Gözyaşlarını içine ve dahi dayanamayıp yanaklarına akıtan gönlü pak anamdan ayrılmak bir şehri terketmekten bile zormuş... Bir şehri terkedersiniz karşınıza başka bir şehir çıkar, bir gönlü terketmeyin yeter ki...  Burada, trafiğin olmadığı, gökyüzünü daha çok gördüğüm, çevremde yavaşlıklarıyla beni kendilerine hayran bırakan yeni ailemle, hayatı hazmede hazmede yaşayan eşimle mutluyum... Mutluluktan ne anladığınız sizin bileceğiniz iş ama benim için yavaşlamakmış...  Şimdi bu yazının başına dönersek gönlüm hep yarımı daha fazla anlatmama lüzum var mı?

    Gönlüm hep yarım, tam olamayacağını artık anladım.. Tamamlamaya çalışmayı bir kenara bırakıyorum... Tam olmaklık cennette.. Şimdi yaşama ve yazma zamanı...


                                                                                                         3 Temuz 2015 / Essen