7 Nisan 2016 Perşembe


BİR VEDA ÖYKÜSÜ...

Evlatlarını ukbaya yolcu eden tüm analara... 

O, bu dünyada doğmamış evladını kaybeden ne ilk anneydi ne de son olacaktı, çünkü Sünnetullah böyleydi, yaşamak ve ölmek işte bu kadar garantisizdi… Hepimiz Allah’a emanettik, o da… Bunu anlamak için yaşaması gerekli miydi Tanrım? Gerekliymiş demek ki… İnanamıyordu ama bu kadar kısa zaman geçmesine rağmen her şey sanki hiç olmamış gibi, öylesine sıradan, öylesine basit ve aslında sadece öylesine gerçekti…  

İnsan görmediği bir varlığa, henüz nefis bile olmamış bir cenine nasıl bağlanırdI? Bağlanırmış işte… O’da bağlandı, o dört buçuk santime, eli, kolu, bacağı, kalbi, ruhu henüz oluşmuş o 5 grama bağlandı… Hem de hiç bağlanmadığı bambaşka bir bağla, gönül bağıyla... Bağlarını hatırlamaya çalıştı… En canına değen annesi ve eşiyle kurduğu bağdı… Peki, bir dört buçuk santim ona ne yapmıştı ki, varlığından sonra yokluğunun acısı bu denli içini acıtıyordu… İsyan etmiyordu. Neden sorusunu sormak gelmemişti bir defa bile aklına. Veren Allah almıştı işte, can üfleyen Allah o canın ateşini söndürmüştü… 91 günlük bir maceranın sonunu hiç böyle tahmin etmemişti… Her şey o denli ani idi ki sınav sorusu hiç beklemediği bir yerden gelmişti… Boynunu büktü, gözleri yaşlarla doldu, artık ona güzel bir sabırdan fazlası düşmezdi…  

Acısını tarif edecek bir kelime yoktu… Demek analar neler çekiyormuş diye düşündü… Nasıl dayanıyorlarmış ki gözleri önünde evlatları katledilirken, işkenceye maruz kalırken… Dünyada her gün yüzlerce çocuk öldürülürken, açlıktan ölürken, istismara maruz kalırken anaları neler çekiyordu kim bilebilirdi ki? Bir anda dünyanın bütün acı çeken analarının yerine koydu kendini… Dört buçuk santimlik minik adamın gidişi bu denli acıtırken canını, o analar neler çekiyormuş meğer… (Evet, bakmayın o kadar küçük olduğuna, alındıktan sonra söylemiş doktor, bir küçük oğlanmış… Ah o caniler nasıl bebeklerini aldırıyorlar ki diye anlamaya çalışmadı, zira anlayamazdı... Bunun katillikten başka nasıl bir açıklaması olabilirdi ki? Bu bir ölüm değil apaçık bir cinayetti…) Acıları yarıştırmaya kalkmadı sadece azıcık ucundan anlamaya çalıştı… Her imtihanın daha büyüğü vardı tıpkı her acının daha büyüğü olduğu gibi… Ağlama yeter artık diyenlere öylece baktı ne diyebilirdi ki? Allah kalbini biliyordu, gözünden yaş eksilmedi, kalbinden Hamd…  

Bebeğinden ayrılalı tam bir hafta olmuştu… 7 gece,  7 gündüz… Allah’tan hiçbir acı ilk günkü gibi kalmıyordu… Ya kalsaydı? Günler nasılda geçip gidivermişti işte… Ölüm onca soğukluğuna rağmen çok yakın, çok içerden, çok gerçekti… Yok ya hu nasıl bu kadar gerçek olabilirdi? Uyudu, uyandı, gözlerini ovuşturdu, yaşananları hatırlamak istemedi ama hatırladı… Hani hafıza-ı beşer nisyanla maluldü? Hayır, hayır bu bir rüya değildi. Gerçeğin ta kendisiydi… Oyun hiç değildi… Yüzleşmesi zaman aldı ama her evladını kaybeden ana gibi o da kabullendi… Bebeği gitmişti ondan, bırakmıştı onu, vazgeçmişti yaşamaktan… Bu dünyayı yaşamaya değer bulmamıştı… 2 hafta önce kendi kendine kalbini durdurmuştu… Annesi tam iki hafta, ölü bir bebekle gezmiş, onunla konuşmuş, tam iki hafta daha o mucizeyi içinde taşımıştı ölü olduğunu bilmeden… Patoloji raporu diyordu ki sebepsiz kalp durması… Subhanallah… Teslim olmaktan başka ne gelirdi elinden? Gelmedi de zaten… Bebek düşmemişti, o ağır bir şey kaldırmamıştı, zararlı bir şey yiyip içmemişti, üzülmemişti, şikâyet hiç etmemişti… Bebeklerin ilk üç ay düştüklerini biliyordu ama onca şey okumasına rağmen kalbini durduran cenin vakasını hiç duymamıştı… İşte bu yüzden çok şaşırmıştı, kalakalmıştı… Hani birazcık bilse ona göre hazırlıklı olurdu ama bilmiyordu işte… Göreceğimiz varmış diyordu kendi kendine…  Sonra annesinin ona söyledikleri geldi aklına…  Hani herkesin bir ergenliği, bir lise zamanı, bir deli vakti olurdu ya sebepli sebepsiz ağladığı, gerekli gereksiz birçok şeye üzüldüğü… İşte o zamanlar annesi “Yavrum daha ne gördün? Ne yaşadın? Acı dediğin acı değil ki… Yıpratma kendini bu kadar, ilerisi için gözyaşların kalsın, sabrı cemilin kalsın…” derdi… Bak işte gene haklı çıkmıştı hatun… Bir yere kadar ağlayabiliyordu sonrasında gözyaşı çeşmesi kuruyordu... Keşke bakiyemi hunharca harcamasaydım dedi, acının koyu anlarında dahi böyle şeylerde geçiyordu aklından… 

Nereyi tutsa, neyi nasıl anlatsa bilmiyordu öyle bir duygu yağmuruna tutulmuştu ki… Herkes “Can’ına” yanıyordu… Bebeğinin öldüğünü haber verdiğinde, annesinin gözyaşlarıyla verdiği ilk tepki, ‘Ya bebek seni zehirleseydi, ya sana bir şey olsaydı ne yapardım ben’ olmuştu… Ah ya işte buydu… Annesi onla avunuyordu peki o neyle avunacaktı? Bir gece önce yatsı namazından sonra birdenbire akan gözyaşlarını ve ettiği duayı hatırladı… “Allah’ım bana taşıyamayacağım yük verme, günahlarımı bağışla, bana katından bir merhamet ver…”  Başka avuntuya gerek var mıydı, hazırmış yaşayacağına…  

Bebeği kalbini durdurmuştu ama hiçbir işaret vermemişti… Muhtemelen o gün, 31 Mart sabahı kontrolü olmasaydı daha ne kadar bebeksiz bebekli yaşayacaktı bilmiyordu… İnsan giderken hiç mi bir şey demez? Bir işaret göndermez mi mesela? Veda etseydi ya en azından… Bir haber verseydi, anaların hakkı vedalar değil miydi? 8.00’da evden çıkarken kuşlar gibi atıyordu kalbi, bu hafta 8 santime ulaşması bekleniyordu miniğinin… Eli, kolu, bacağı daha bir büyümüş olacaktı… Sadece dakikalar sonra işiteceklerinden habersizdi… Doktoru her zamanki güler yüzlülüğüyle onu karşılamıştı, hoş geldiniz bayan “…..” demişti… Sonra ekran açıldı, doktorun yüz ifadesi değişti birden, kötü görüyorum, kan toplanmış burada ,’’ es tut mir leid’ (üzgünüm) kalbi durmuş, atmıyor deyiverdi… Doktorun her dediğini anlamıştı ama kocasına döndü ne oluyor diye sordu, çoktan gözpınarlarından boşanan bir yağmurla… Zavallı adam pat diye o şokla ‘kalbi durmuş’ deyiverdi… Bu insanlar nasılda pat diye söyleyiveriyorlardı böyle şeyleri, bir yaşına daha girdi… Aslında ekranda bebeğini ilk gördüğünde o hareketsizlikten onun da içine bir şeyler oturmuştu... Konduramadı, inandıramadı kendini... Yeniden yine bakın, bir daha bakın, birde şuradan bakın dedi ama her şey ortadaydı aslında… Doktor kırmadı tabi, dakikalarca o ekrana baktılar… Orada öylece yatıyordu bebeği… 12+5 haftalık olması gerekirken 10+5’de kalmıştı, bir kan denizinin ortasındaydı… Hâlbuki daha bir önceki kontrolde oradaydı, elleri kolları bacaklarının ilk tohumu atılmıştı… Annesine el salladı diyerek kalp atışını müjdelemişti sevdiklerine... Bırak bir önceki kontrolü daha yarım saat önce mutluluktan uçuyordu, varlığından sebep… Kontrolleri çok sevmiyordu ama bir buluşma vardı orada, kör karanlıktaki yavrusundan bir haber vardı…  
Etrafındakiler ona deli diyordu… Belkide gebeliğine hiçbir şeye sevinmediği kadar sevinmişti… İnsan, beli ağrıyor, midesi bulanıyor diye sevinir miydi? Sevinmişti işte… Bambaşka bir gözle bakıyordu… Midesi bulanıyordu mesela, evet hiçte hoş bir durum değildi ama içinde bir canlı büyüyordu, bütün vücudu ona hazırlanırken bir kıçı kırık bulantıdan dolayı morali bozulacak değildi ya? Bebeği ‘bak ben buradayım anneciğim’ diyordu… Haberin mutluluğu cefasından daha büyük yer işgal etmişti bedeninde ve ruhunda… Kendi kendine inanamıyordu yaşadığı değişimlere, birdenbire bütün hormonları değişmişti…  Sanki dünya pembe bir toz bulutunun ardında gözüküyordu… Haberi aldığında ‘…’ caddesinde deli gibi dolanmıştı gözyaşları eşliğinde… Rabbim demişti bu nimeti bize layık gördün ya, bu mucizeyi bize yaşama fırsatı verdin ya biz sana nasıl Hamd edelim bilmiyoruz diye dua etmişti… Yeryüzünün halifesi insanın dünyaya gelmeden önce emanet edildiği yerin bir kadının bedeni olması ona mucizeden de öte geliyordu…  Hiçbir delili olmasa yalnızca insanın yaratılışı, bir damla sudan tekâmüle doğru yollanması işte sadece bu bile yeterdi Allah’a iman etmeye diyordu…Zaten o, hayatında iki kez imanını tazelenmişti, ilki gebe kaldığını öğrendiğinde ikincisi ise o emanetin elinden alındığını öğrendiğinde… Hay Hak! 

Sonra hastaneye sevk edildi… Elinde bebeğinin öldüğüne dair bir kâğıtla… İlk telefonlar edildi,  canan olanlara verildi kara haber… Zaten sonrası malumdu, kara haber çabuk yayılacaktı… Bu hep böyle olmuştu… Birden tebrikler karşısında yaşadığı mahcup ifade ve sevincini hatırladı… Şimdi ne yapacaktı? Herkes aynı şeyi söylüyordu, ‘daha gençsiniz, ne çocuklarınız olur, herkesin başına geliyor bu, ya eline aldığında alsaydı Allah senden…’ Tamam, haklısınız da efendim gelecekten kaygılanan kim? Bir sonraki anı düşünüp tasalanan? Rabbine neden ben diye soran? İsyan eden kim? … Ben değil demek istedi ama o gücü kendinden bulamadı, Allah kalbini biliyordu… Allah Rasulü’de oğlunu kaybettiğinde ağlamıştı… Ağlamak acılar karşısında istemsiz kas hareketlerimizden biriydi belki de sadece… Ya da kimse anlamıyordu, hatta kendiside ilk kez fark etmişti ama ağlamak gözlerin Hamdıydı… İşte bu yüzden hakkıydı, ağladı,  ağladı, ağladı… Velâkin kendini kaybet(de)medi, istemedi de değil hani… Bir ara aklından keşke İslam’da bazı anlara özel bir kendini kaybetme, dağıtma ruhsatı verilseydi diye düşündü… Böyle şeylerde geçiyordu işte kalbinden… 

Bebek ölmüştü ve artık yeri onun rahmi değildi… Bu andan sonraki her an zulüm gibi geliyordu, hem bebeğine hem kendisine... İlk gittiği hastanede herkes kendisine kaba davrandı, merhametsizce… Ya işte bazen böyleydi hayatın cilvesi… Kapıdaki görevliden sekretere, hemşirelerden asistanlara, doktorlardan şeflere kadar… Ya bakın ben harap olmuşum azıcık insan olun, tamam dindaş değiliz ama insanlıkta eşiz, azıcık merhamet diyemedi… Doktorun pazartesi alırız ancak, bayan doktorumuzda yok, şimdi de erkek doktor bakacak demesiyle yıkıldı… Belkide tüm bu kabalık ve anlayışsızlığın sebebi tokalaşmak için elini vermemesiydi… Olabilir miydi? Belkide… Hayır, artık ne bebeğinin yuvası olmadığı rahminde kalmasını bekleyebilirdi ne de bu şartları kabul edebilirdi… Koskoca Avrupa’da, koskocaman hastanede önüne sunulan seçeneklerin bunlar olması ne acıydı, birde buna üzüldü… Başka hastaneye gitti. Orada Müslüman olan ve olmayan bütün iyileri karşısına çıkarmıştı Rabbi… Her zorlukla beraber bir kolaylık vardı… İki yokuş art arda olmazdı, inşirahlar okudu… Sonra kendi kendisine şaşırdı, yaşadığı bu acının ortasında nelerle teselli oluyordu… İnsan işte iki hece, sayısız damla kan ve duyguydu… 

Son bir muayenede orada yapıldı… O ana kadar hala bir umut vardı içinde, belki kendi doktoru yanlış görmüştü… Hayır, teşhis doğruydu… Kendisine yalan söylenmiş olmasını ne kadar da isterdi… Ertesi gün erkenden alacaklardı bebeğini içinden… Son 4 senede neredeyse hiç ağrı kesici kullanmamış, zorunlu birkaç hal dışında hastaneye gitmemiş ve gitmek istemeyen, hatta doğumların hastanede olmasını şaşkınlıkla karşılayan bir insan olarak yarın 20 dakikalık bir operasyon geçirecekti… Kulunu türlü türlü yollardan deneyen Allah’ın bir bildiği olsa gerekti… Eve geldiğinde saat 17.00 olmuştu… Ağızlarına tek lokma koymadıkları müthiş bir baş ağrısıyla hatırlattı kendini… Yemek yemeleri gerekiyordu, bebekleri ölmüştü ama hayat onlar için devam ediyordu… Teyzesi hastaneye gelirken alel acele hazırladığı yemeği de getirmişti… Ağlamaya devam edebilmesi için bile yemesi gerekliydi… Kocası ‘bak en sevdiğinden kıymalı makarna’ dedi… Doğrusu kıymalı makarnayı çok severdi… Bir çatal attı ağzına, sayısız hıçkırık gönderdi… Sanki o makarnayı yeme hakkı elinden alınmıştı… Hamile olduğundan beri herkes ona forslu davranıyordu… Mesela kocası her sabah onun bir lokmasını tabağından alırdı ama hamile olduğundan beri kendi tabağından onun tabağına aktarıyordu… Yüklüye böyle davranılması lazımdı… Bir teyze demişti, bunlar iyi günlerin, keyfini çıkar… Teyze bilseydi ki insanların bir tık daha fazla merhametini geç, o bulantıların bile keyfini çıkarıyordu...  

Kur’an okudu… Kur’an dinledi… Uyudu uyandı… Rüya değildi… Sabah onla olan bebeği artık onunla değildi… Allah’ım dedi, nasıl bu böyle olabilir? Nasıl bu zamana kadar yaşamak ve ölmek ayetlerini hakiki anlamda okuyamamış olabilirim… Bu düşüncelerle geçti bütün gecesi… Rüyasında sabaha kadar evlatlarını türlü sebeplerden öldüren ana babalar gördü… Baksana işte bilinçaltı bile kendini kaybet(de)memişti işte… Oldu, her şeye rağmen sabah oldu… Ameliyat masasında baş doktorla konuşurken buldu kendini, böyle alınan bebeklerin kozmetik sektöründe kullanıldığını öğrenmişti, dört santimine ne yapacaklarını sordu… İçini ferahlatan cevap çok gecikmedi, başka dört santimlerle birleştirip gömüyorlarmış… Onlarda katılabilirmiş… Sonrası mı? Hayatından giden ve hiç hatırlamadığı bir 20 dakika… Hemen de taburcu ettiler onu, o kadar sıradan bir vaka olarak bakıyorlardı ki doktorlar, hayretini gizleyemedi… Bir gözü yaşlılar varmış onun gibi birde katiller…  Sonra zaman geçti an ve an… İyi ki hiçbir acı aynı tazelikte kalmıyordu… Sonraki günler çok daha fazla şaşırdı kendisine… Nasılda bedeni normale dönmüştü… Bebeğinin onu bıraktığı o kadar belliydi ki… O oradayken uyumak dünyanın en kolay meselesiydi… Hâlbuki normalde ne kadar zor uyurdu… Son 3 ayda uykudan kapanmayan ağzı gözü, artık uykuya gidemiyordu… Bütün belirtiler tek tek terk etti onu… Bir ara meraktan tartıya çıktı… 2 kiloda onu terk edip gitmişti… İnsan kilo verdi diye üzülür müymüş? Üzüldü işte… 

Günlerce teselli aradı kendine, bir ağladıysa iki Kur’an okudu… O kadar teslim olunması gereken bir imtihandı ki… Farkında değildi, o sureden o sureye atlarken sümme hâşâ kendisine itiraf edemese de ayet beğen(e)miyordu… Böyle böyle geçerken günler sonunda içini teskin eden, acılarını anlamlandıran ayetle karşılaştı, hâlbuki daha önce ne kadar çok okumuştu ama ona inmesi için yaşaması gerekiyormuş… Sevindi, çocuklar gibi sevindi… O ne ilkti bunu yaşayan ne de son olacaktı… Kendini 31/33-34’e bıraktı… 

“Ey insanlık! Rabbinize karşı sorumluluğunuzu hatırlayın! Dahası ne anne babanın çocuğuna ne de çocuğun anne babasına hiçbir fayda sağlayamayacağı bir günün dehşetinden sakının! Unutmayın ki Allah’ın vaadi gerçekleşecektir: şu halde bu dünya hayatı sizi asla ayartmasın; dahası aldatıcının hiçbir türü sizi Allah (hakkındaki asılsız düşünceler) ile aldatmasın. 
Şu da bir geçektir ki, Son Saat’in bilgisi sadece Allah katındadır: yağmuru yağdırır; rahimlerde yer tutanı bilir; oysaki hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Dahası hiç kimse yarın hangi mekânda öleceğini bilemez. Şüphesiz her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah’tır.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder